25 Kasım 2010

Sanal refah tehlikeli olabilir [Mahfi Eğilmez]

Sabit kur rejimi uygulanırken sanal zenginlik yaratmanın yolu çok maliyetliydi. Örneğin Türkiye, 1970’lerde pahalı ithal ettiği petrolü ucuza satar, böylece insanların satın alma gücünü yüksek tutmaya çalışırdı. Bu politika sonucu bütçe açıkları verir, para basarak bu açığı finanse etmeye çabalardı. 1970’ler boyunca bu nedenle bütçe açıkları genişledi, ardından enflasyon arttı, sonunda döviz gelirleri döviz giderlerini karşılayamaz hale geldi. Türkiye’nin 70 cent’e muhtaç duruma düşmesi böyle oldu. 1990’larda bu kez kamu iktisadi teşebbüslerinin malları ucuz satılır ya da üreticinin malları pahalı alınır oldu. Bu yolla sanal refah sağlandı. Bu kez de bütçe açıkları borçlanmayla finanse edildi. Bir süre sonra faizler taşınamaz noktaya gelince ekonomi çöktü. Bu eğilimler yalnızca Türkiye’ye özgü değildi. Farklı biçimlerde gelişme yolundaki ekonomilerin çoğunda sanal refah artışları sağlanmıştı. Güney Amerika ülkeleri bunların başında geliyordu.

Yalancı zenginlik
2000’lerde küreselleşmeyle birlikte ekonomiler birbirlerine çok daha bağımlı hale geldiler. Bu kez dalgalı kur sabit kurun yerini aldı. Gelişmekte olan ekonomilerdeki yüksek faizler ve yüksek getiriler likidite açısından çekici hale gelmeye başladı. Gelişmiş ekonomilerin likidite fazlası gelişmekte olan ekonomilere aktı ve bu ekonomilerin paraları değerlenmeye başladı. Bu kez önceki dönemlerden farklı olarak kurdan kaynaklanan bir sanal refah artışı ortaya çıktı. Türk Lirası’nın bugün dolar karşısındaki değeri 1.45 oysa olması gereken kur 1.9. Bu durumda Türkler dolarla satılan malları alırken kendilerini olduğundan daha zengin hissediyorlar. ABD’de 5 dolara satılan bir malı bugünkü kurla satın alan bir Türk bu mala 7.25 TL ödüyor. Oysa kur 1.9 olsa bu mala ödeyeceği para 9.5 TL olacaktı. TL, yabancı paralar karşısında değerlendikçe, yani kur düşük kaldıkça, ithalat artıyor. İthalat artınca da iki sonuç ortaya çıkıyor: (1) Cari açığımız büyüyor, (2) Vergi gelirlerimiz artıyor ve bütçe açığımız küçülüyor.
Ödemeler dengemiz yıllık temelde bakıldığında eylül ayı itibariyle 37.1 milyar dolar açık vermiş durumda. Bu gidişle yıl sonunda cari açık 45 milyar doları bulacak. Geçen yılki cari açığın 14 milyar dolar olduğunu, krizden hemen önce ise 45 milyar doları aştığında herkesi endişeye yönelttiğini hatırlamakta yarar olduğunu düşünüyorum. Bütçe açığımız ocak-ekim döneminde 23.1 milyar TL olarak gerçekleşmiş bulunuyor. Bütçe açığının geçen yılın aynı döneminde 43.2 milyar TL olduğunu dikkate alırsak ciddi bir sıkılaşma olduğunu görüyoruz. Bu sıkılaşma bizim yönlendirdiğimiz bir sıkılaşma mı yoksa cari açığa bağlı bir sıkılaşma mı? Yanıtlanması gereken soru bu. Faiz dışı giderler enflasyonun üzerinde, yüzde 12 oranında, artarken vergi gelirleri faiz dışı giderlerin neredeyse iki katı fazla, yüzde 22 oranında, artış göstermiş. Ayrıntılara baktığımızda görüyoruz ki bu artışın çok büyük bölümü ithalde alınan KDV ile ithal edilmiş malların satışından alınan ÖTV’deki artıştan kaynaklanıyor. Yani aslında sıkılaştırmada bizim pek bir katkımız yok: İthalat arttıkça vergi gelirleri artıyor, bütçe denkleşiyor. Ne var ki cari açık artışıyla bütçe denkleştirmek sürdürülebilir bir yöntem değil.
Düşük kurun sağladığı sanal refah gerçeklerin görülmesini önleyerek gereksiz balonlar oluşmasına yol açıyor. Türkiye ve diğer gelişmekte olan ekonomileri bekleyen en önemli tehlike budur.
 [Radikal Gazetesi] [25 Kasım 2010]

24 Kasım 2010

Düşünmeyi Öğretmek [Yılmaz ÖZDİL]

Öğretmenim canım benim

Teflon tavaya hiçbir şey yapışmadığına göre, teflon o tavaya nasıl yapışıyor?


Yüzme zayıflatıyorsa, balinanın stili mi yanlış? Fatih Sultan Mehmet bizim şerefli ecdadımız olduğuna göre, henüz beşikteyken boğdurduğu kardeşleri Bizanslıların haysiyetsiz ecdadı mıydı? Yumurta kolesterolü azdırıyorsa, kalpten gitmemek için niye tavuk eti yiyoruz?

*
Yaş otuz beş, yolun yarısı eder, Dante gibi ortasındayız ömrün’ü papağan gibi tekrar etmesi güzel de, 70 yaşında mı rahmetli oldu Dante?

Eğitim şart’sa, annesi öğretmen olduğu halde üniversite bile okumayan Bill Gates, malı nasıl götürdü?

*
Mustafa Kemal neden müselles’e üçgen demiştir, üçyan dememiştir? Futbol, korner, faul, penaltı, gol, ofsayt, forvet, frikik, maç, pas, skor İngilizceden... Hakem niye Arapçadan?

*
Düşünmeyiz çünkü...
Ezberleriz sadece.

*
Mercidabık mesela...
Nerdedir?

*
Büyükçekmece Gölü’nün yüzölçümü Küçükçekmece Gölü’nden küçük...
E niye büyük?

*
“Azı karar çoğu zarar” ise, “fazla mal göz çıkarmaz” neyin nesi? Atalarımız mı çok kararsızdı, yoksa bazı atalarımız yavşak mıydı?

*
Ölü poposuna pamuk tıkar gibi bilgi sokmaya çalışıyoruz genç zihinlere...

Netice?

Neden’ler yerine sonuç’larla ilgilenen sistemin kaçınılmaz hezimetidir bu.

*
Bakın, geçenlerde Başbakanımız aldı eline tebeşiri, milli eğitim vizyonumuzu kelime kelime yazdı karatahtaya:

Oku, Düşün, Uygula, Neticelendir...

Herkes pek beğendi, alkışladı.

*
Halbuki az düşününce...

Topluyorsun başharflerini:

ODUN çıkıyor!

*
O nedenle, sınıflar 60’ar, 70’er kişi... O nedenle, öğretmen maaşları yerlerde sürünüyor. O nedenle, geçinmek için pazarda limon satıyorlar. O nedenle, gelişmiş ülke insanından hiçbir zekâ eksiği olmayan bir millet, moron gibi dolaşıyor ortalıkta... O nedenle, işsizlerimiz diplomalı.

*
Çünkü, ne kalabalık nüfustur aslında sorun, ne de ülkenin gariban olması... İneklerin sindirim sistemini ezberletiyoruz, düşünmeyi öğretmiyoruz çocuklarımıza...

Temel sorun budur.

*
“Camdan dışarı bakın, ilk ne görüyorsunuz?” diye soran ve “cam” cevabını vermeyenlere sıfır veren bir öğretmenin... “Bakarkör” olmamızı engelleyen bir öğretmenin öğrencisidir bu satırların yazarı...

Dün aradı beni, “Öğretmenler Günü’nü yaz” dedi. Yazıyorum.

*
Değerli öğretmenler...

“Ne yapalım, müfredat böyle, araç gerecimiz eksik, kalorifer yok, hademe az, bilgisayar pahalı” filan, bırakın artık bunları... Düşünmeyi öğretmenin maliyeti, sıfır lira.

[Hürriyet Gazetesi] [24 Kasım 2010]

02 Kasım 2010

Az demişiz [Oktay EKŞİ]

GEÇENLERDE bir tepkimizi dile getirirken Çevre ve Orman Bakanı Prof. Dr. Veysel Eroğlu'nun “neyin bakanı?” olduğunu sormuştuk. Meğer bu laf tam yerine oturuyormuş. Onu da Çevre Bakanı'nın, “cennet” güzelliğindeki İkizdere Vadisi'nde 22 adet hidroelektrik baraj yapılmasını engelleyen sit kararına gösterdiği tepkiyle anladık.

Konunun bir “hukuki” tarafı da var ama, ona gelmeden değinelim:

Veysel Eroğlu'nun aslında Çevre Bakanı anlayışıyla değil “Çevre Düşmanlığı Bakanı” gibi görev yaptığını gösteren son haberi, arkadaşımız Nuray Babacan dün bildirdi:

İkizdere Vadisi'nde Hidroeldektrik Santrallar (HES) kurmak için baraj inşa edilmesine biliyorsunuz önce yöredeki bilinçli insanlar karşı çıktı.

Çünkü her barajın yöredeki tabiatı mahvedeceği aşikârdı. İkizdereliler belki de Veysel Eroğlu'nun sıfatına bakıp kendilerini destekleyeceğini sanmışlardı.
Oysa Eroğlu kendisini hâlâ Devlet Su İşleri Genel Müdürü koltuğunda oturuyor sandığı için tam tersini yaptı:

Tam bir çevre düşmanı gibi HES yapımında ısrar etti. Ama Trabzon'daki Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu geçen gün İkizdere Vadisi'ni “sit alanı” ilan edip de baraj yapımını durdurunca aynen Başbakan Tayyip Erdoğan gibi o da küplere bindi.

“HES'lere karşı çıkanlar Avrupa'dan finanse ediliyor” diyen Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız gibi (3 Eylül 2010 gazeteler) o da tuttu, “ülkesini seven, enerjide dışa bağımlılığın azalmasını isteyen vatansever çevrecilerin de olduğunu” söyleyerek kendisini eleştirenlerin hareketini “vatan hainliği” ile açıkladı.

Meğer o da yetmemişmiş.

Nuray Babacan'ın haberi işte onu ortaya koyuyor. Çünkü haberde “İkizdere Vadisi”nin “sit alanı” olduğuna karar veren Kurulun elindeki yetkinin oradan alınıp Çevre Bakanlığı'na verilmesini öngören bir yasal değişikliğin Meclis'e sunulduğu bildiriliyor.

Şimdi görürsünüz Türkiye'nin güzelliklerinin ırzına nasıl geçildiğini...

Yukarıda Veysel Eroğlu'nun sıfatı ile yaptığının birbirine zıt olduğundan söz etmiştik. Bunun “hukuki” zeminini de söyleyelim:

Biliyorsunuz devletin her kurumunun varlığı, onunla ilgili yasa hükmüne dayanır. Açın Çevre ve Orman Bakanlığı'nın kuruluş yasasını okuyun. Burada Çevre ve Orman Bakanlığı'nın, “baraj” yapmasına izin veren tek kelimelik bir hüküm yok.

Tam tersine yasa, Çevre Bakanı'na, bu sıfatıyla ilgili tam 13 adet görev vermiş. Onlardan biri olarak da “Çevreye olumsuz etkileri olan her türlü faaliyeti ülke bütününde izlemesini ve denetlemesini” emretmiş.

Ama anlaşılan bir kararla Devlet Su İşleri'ni Çevre Bakanı'na bağlamışlar yani “kümesi tilkiye teslim edip” meseleyi çözmüşler.

Biliyorsunuz “ileri demokrasi” ve yeni “hukuk devleti” anlayışıyla yönetiliyoruz ya...

Bu anlayış, Anadolu'daki 2000'den fazla akarsuyu, o yörenin tabiatına ne zarar vereceğini hesaba katmadan tuttu “Baraj yapıp elektrik üreteceğim, bunu da devlete satacağım” diyen şirketlere 49 yıl için peşkeş çekti.

Şimdi, her şeyi satan işte o zihniyetin marifetlerini görüyoruz.

[Hürriyet Gazetesi]