26 Şubat 2010

General Electric kâr realizasyonu için Garanti hisselerini satıyor [Güngör URAS]

GE (General Electric) Grubu, Garanti Bankası sermayesindeki yüzde 20.8 oranındaki payının satışı için J. P. Morgan Grubu’na yetki verdi.

Haber duyulur duyulmaz, bazı çevreler “Yabancılar Türkiye’den kaçıyor mu?” endişesine kapıldı.

Bankalarımızın yapısını çok iyi bilen, yurtdışındaki bankaların tepe yöneticileriyle çok iyi ilişkileri bulunan deneyimli bankacımıza (günün moda deyimiyle “Duayen Bankacımız”a) “Ne oluyor? diye sordum.

- “GE, kâr realizasyonu için, daha önce aldığı Garanti Bankası hisselerini satıyor” dedi.

Ve de anlattı:

- “GE bilançosunu düzeltmek, daha iyi göstermek için aktif satışı yapıyor. Bilanço düzeltmek için yapılacak aktif satışlarında, aktifteki en değersiz varlıklar değil en değerlileri elden çıkarılır.

Pazar değeri ile Garanti Bankası hisse senetleri, bu tür bir arayışa giren GE’nin portföyünde yer alan ilk 3-5 varlığın başın da gelir.”

- “Acaba ülke riski endişesi olabilir mi? Acaba yabancılar Türkiye’den kaçıyor mu?” diye sordum.

- “Bu ülke riski de nereden çıkıyor?” cevabını aldım. Ve deneyimli bankacımız devam etti.



Bankacılıkta Türkiye yükselen yıldız

“ - Türkiye bugün dış finans

çevrelerinde yükselen yıldız. BRIC ülkelerinden hemen sonra gelen 5’inci güçlü ekonomi olarak kabul ediliyor. Bizim banka sistemimizin kârlılığı ve krizden olumsuz etkilenmemesi ilgiyi artırıyor. Böyle

bir pazardan kimse kaçmaz. Mecbur kalmadıkça da kimse çıkmaz.”

“ - GE’nin satacağı hisse senetlerini kim alır? İçeride alan olur mu?” dedim. Deneyimli bankacımız cevapladı:

“ - Bu hisse senetleri blok olarak içeride satılamaz. Ama dışarıda bunlara alıcı çıkar.”

Konuya yabancı olanlara biraz da olan bitenin perde arkasını özetleyeyim.

Garanti Bankası’nın yönetimini yüzde 30.5 sermaye payıyla Doğuş Grubu kontrol ediyor.

Doğuş Grubu’ndan sonra ikinci büyük ortaklık payı ABD kökenli GE Grubu’na ait.

Garanti Bankası’nın hisseleri İMKB’de 5.85 TL’den işlem görüyor. Bu fiyata göre bankanın piyasa değeri 24.6 milyar TL veya 15.9 milyar dolar.

GE’nin satmayı düşündüğü hisse senetlerinin değeri (İMKB piyasa fiyatıyla) 3 milyar 315 milyon dolar.



Garanti ortaklığı GE’ye kazandırdı

GE Grubu Garanti Bankası’nın hisse senetlerini satın almak için 2005-2007 yıllarında toplam 1 milyar

805 milyon dolar ödemişti.

Bu tabloda görülüyor ki, GE Grubu çok iyi bir yatırım yapmış. Garanti Bankası son 5 yılda çok iyi gelişme göstermiş.

Krizde dünyada bankalar değer kaybederden Garanti Bankası değerini korumuş.

GE Grubu Garanti Bankası yatırımı nedeniyle 5 yılda 2 milyar 725 milyon dolar gelir sağlamış. Beş yılda yaklaşık yüzde 150’lik bir kazanç söz konusu.

GE’nin bir tepe kuruluşu (holdingi) ve de onun altında farklı sektörlerdeki şirketleri şemsiyesi altında toplayan 4 alt grup var. Bunlar GE Energy, GE Technology, GE Capital ve NBC Universal alt grupları. Türkiye’deki yatırımlar GE Capital alt grubunun iştirakleri.

2008 yılında GE Grubu’nun aktif değeri 780 milyar dolar idi. (Türkiye milli geliri ölçüsünde)

2008 yılında GE’nin hisse senetleri 42 dolarlardan işlem görürken, hisse senetleri fiyatı 2009 yılında 7 dolara kadar düştü. Şimdilerde 16 dolar dolayında.

Borsadaki bu fiyata göre şimdilerde GE Grubu’nun piyasa değeri 170 milyar dolar dolar dolayında. (Açık anlatımıyla, 2008 yılı aktif değerinin çok altında)
 
[Milliyet Gazetesi] [26 Şubat 2010]

25 Şubat 2010

Babacan’ın IMF ayarı bu kez yetmedi [Erdal SAĞLAM]

BAŞBAKAN Yardımcısı Ali Babacan’ın arada bir “IMF ile anlaşma yapacağız” diyerek, piyasaları coşturma politikası bu kez “balyoz operasyonu”na takıldı.

Dolayısıyla Babacan’ın daha önceki sayısız açıklamasında piyasaya olumlu etki yapan IMF ile anlaşma yapılacağı umudu, bu kez piyasaları coşturamadı. Bir başka deyişle bu kez IMF gazı tutmadı, talihsiz bir zamanlama oldu.

Geçtiğimiz pazartesi akşamı İstanbul’da gazetelerin ekonomi müdürleriyle bir araya gelen Babacan, bir ara “Artık konuşmayacağım” dediği IMF konusuna tekrar girmiş ve müdürlere açıkca söylemese de, “sanki yakında IMF ile anlaşma yapılacağı” havasını vermiş. Ekonomi müdürleri salı sabahı, dünkü gazetelerinde yeralan haberlerini yazmadan önce TV programlarına çıkarak, Babacan’ın verdiği bu izlenimi aktardılar. Babacan’ın istediği oldu ve salı sabahı piyasalar biraz olumlu açıldı. Ancak bir gün önce zaten operasyon nedeniyle tedirgin olmaya başlayan piyasalardaki hava, salı sabah saatlerinde operasyonla ilgili somut adımlar atılıp, operasyon sertleşince döndü. Aynı sabah ABD ve Avrupalı önemli gazetelerde yeralan operasyona ilişkin sert haber ve yorumlar da piyasadaki havanın dönmesinde çok etkili oldu. İşte Babacan’ın IMF açıklamasının etkisi ancak bir-iki saat sürdü, sonra piyasa bozulmaya başladı. Hala da bu olumsuz seyir devam ediyor.

Önceki gece Genelkurmaydan yapılan, “Orgenerallerin Karargahta toplandığı” açıklaması Ankara’yı altüst etti. Tam, acaba Çarşamba günü bu iş yumuşar mı derken, işin daha da sertleşeceği anlaşıldı. Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in Genelkurmaya gittiği haberi doğrulanıp, Çiçek’in Cumhurbaşkanından önce randevu alıp sonradan iptal etmesi de Ankara’yı iyice karıştırdı.

Peki, piyasalar bu çatışma havasından bu kez niye bu kadar korkuyor derseniz; nedeni erken seçim. Piyasalar, Genelkurmay Başkanının daha önce kesin bir dille yaptığı açıklamalara güveniyor ve bu nedenle demokrasiyi kesintiye uğratacak bir gelişme beklemiyor. Buna karşılık komuta kademesinin istifası söylentisi de dahil, muhtemel gelişmelerin bir erken seçimi zorunlu hale getireceğini düşünüyor.

IMF OLMAZSA MALİ KURAL DA OLMAZ

Piyasalar erken seçimden korkmakta haklı çünkü bir erken seçim ekonomiyi tümüyle altüst edebilir. Tam küresel krizden çıkış, yavaş da olsa başlamışken, tam güçlü bankacılık sektörünün etkisiyle hızlanabilecekken, gelecek bir erken seçim herkes biliyor ki; ne mali disiplin bırakır, ne de ekonomik toparlanma.

Zaten iktidar partisi içinde güçlü bir direnç var bir de erken seçim kararı alınırsa, IMF anlaşmasının suya düşeceğini piyasalar iyi biliyor ve bundan korkuyorlar.

Babacan’ın ekonomi müdürlerine çizdiği tablonun ana unsurlarının bir erken seçim halinde hayata geçmesi hemen hemen imkansızlaşır. Bence IMF anlaşması olmazsa, önümüzdeki dönem için en önemli güvence olacak mali kural uygulaması yakın zamanda uygulamaya giremez. Yine de uygulamaya sokulacak bir mali kural saptanmaya çalışılırsa, o zaman da bu mali kural, cidden ekonomiyi disipline edecek bir mali kural olamaz.

Babacan hala “IMF ile anlaşmanın uzamasının kendi talepleri” olduğunu söylemeye çalışıyor ama IMF kanadından benim aldığım bilgi, Hükümetin üzerinde anlaşılan hedefleri gerçekleştirecek dengeden, daha yılın ilk günlerinde aldığı kararlarla sapmasıyla iş uzadı ve IMF düzeltme istedi...

Yani zaten hükümetin IMF ile anlaşması için ek tedbirler alması gerekirken, işin içine bir de erken seçim girerse, piyasanın korktuğu başına gelir...

[Hürriyet Gazetesi] [25 Şubat 2010]

24 Şubat 2010

IMF’yle büyümeye dönük anlaşma yaparız. Babacan İle Özel Ropörtaj [Vahap MUNYAR]

DEVLET Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’la önceki akşam Başbakan Dolmabahçe’deki ofisinde buluştuk, 2.5 saat dünya ve Türkiye ekonomisini konuştuk.

Babacan, uzun uzun “Mali Program” çalışmalarını anlattı, soru-yanıt bölümünde Uluslararası Para Fonu’yla (IMF) görüşmelerden son siyasi gelişmelerin piyasaya etkilerine kadar farklı konular üzerinde durduk.
- IMF’yle stand-by yapmaya, anlaşmaya niyetiniz var mı?
- IMF’yle son beş aydır heyet buradaymış gibi görüşmelerimiz sürüyor.
- Başbakan’ı “Anlaşma gün, hafta meselesi” diye konuşturan neydi? Neden iş bu kadar uzuyor?
- Aslında IMF’yle 31 Aralık 2009 itibariyle anlaşabilecek noktaya gelmiştik.
- Neden anlaşmadınız?
- Hem IMF’nin dünyaya dönük makro tahminleri, hem bizim verilerimiz sürekli değişiyor. Yeni duruma göre konuşmayı biz istedik. O yüzden uzuyor.
Ali Babacan, bu noktada IMF’yle öngörülen stand-by’ın çerçevesine dönük önemli bir noktanın altını çizdi:
- IMF’yle imzalamayı düşündüğümüz stand-by, “büyümeyi destekleyen program” olacak.
- Bu çerçeveyi ne zaman belirlediniz?
- 2009 Ekim ayı başında İstanbul’da gerçekleşen IMF-Dünya Bankası yıllık toplantıları sırasındaki görüşmelerde buna karar verdik.
- Peki büyüme nasıl desteklenecek?
- IMF’den gelecek kaynak Merkez Bankası’na rezerv olacak, Hazine’nin iç borçlanma ihtiyacını azaltacak. Hazine, borçlanmak için piyasaya daha az gireceği için, özel sektör daha rahat kaynak bulabilecek.
- IMF’den ne kadar kaynak alabileceğiz?
- Bu konuda birbirimize sözümüz var. Anlaşma olana kadar bir rakam vermek istemiyoruz. Piyasayı ne olumlu, ne de olumsuz etkilemek doğru değil.
- Stand-by süresini neden 2 yıl olarak belirlediniz?
- 1 yıl kısa olurdu. 3 yıl ise uzun gelir diye düşündük.
- IMF’yle anlaşma olursa, büyümeye katkısı ne düzeyde yansır?
- Bunu hesaplamak çok zor.

Ali Babacan’la sohbette hükümetle yargı arasında ortaya çıkan gerginlik ve son siyasi gelişmelerin piyasalara etkisi de gündeme geldi, o da Salih Memecan’ın karikatüründen yola çıkıp yanıt verdi:
- Salih Memecan’ın karikatüründe demokrasi sokağı süpürürken toz kalkması yansıtılmıştı. Türkiye bir transformasyon, değişim geçiriyor. Daha da demokratikleşiyor. Bu da öyle sessiz sedasız olmuyor. Toz dumanın kalkması normal.
- Bu gelişmelerin piyasaya etkilerinden tedirgin değil misiniz?
- Hiçbirimiz, “Ortam sessiz sedasız olsun ama baskı rejiminde yaşayalım” gibi bir durumu tercih etmeyiz. Yolumuz demokrasi ise, daha da demokratikleşmek ise korkmaya gerek yok. Her temizlikte toz kalkar.
- Yabancı yatırımcıların bu konuya bakışı nasıl?
- Onlar da aynı şeyi görüyor. Ayrıca, piyasalardaki hareketleri sadece içeriye bağlı değerlendirmemek gerekir. Dış dinamikleri de dikkate almak gerekir.

Babacan’ın anlattıkları, IMF’nin artık Türkiye için, “can simidi”, “uluslararası güven sigortası” olmaktan çıkıp, “büyüme dopingi”ne dönüştüğünü gösteriyor...
Yaşanan siyasi gerginliğe de, “demokratikleşmeyle kalkan toz duman, korkmak yok” diye bakıyor...

IMF’yle aramızda ‘aşk’ değil ‘iş’ ilişkisi var
BAŞBAKAN Yardımcısı Ali Babacan’a, IMF’nin görüşmelerin uzamasından rahatsız olup, olmadığını biraz da espriyle sorduk:
- “Fazla naz aşık usandırır” derler... IMF’nin, “Bu iş çok uzadı” demesinden korkmuyor musunuz?
- IMF’yle aramızda “aşk” değil, “iş” ilişkisi var.
Babacan, sonra 2008 yılı mayıs ayına döndü:
- Biz IMF’yle dünyada krizin başladığı ilk günlerde anlaşmaya kalksak, “Türkiye’nin IMF’ye ihtiyacı var” diye algılanırdı.
- Ya bugün?
- Bugün artık Türkiye’nin IMF’yle anlaşma olmasa da kendi yolunda yürüyebildiğini bütün dünya gördü.

Mali Kural Yasası çıkacak Türkiye 10 yılını görecek
DEVLET Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, “Mali Kural Yasa Tasarısı” üzerinde ayrıntılı olarak durdu:
- Krize rağmen 3 yıllık Orta Vadeli Program hazırlayıp, ilan etmenin çok yararını gördük. Şimdi sıra Mali Kural Yasası’na geldi.
- Bu yasayı ne zaman çıkarmayı öngörüyorsunuz?
- Önümüzdeki birkaç ay içinde Meclis’e göndermek istiyoruz.
- Mali Kural ne işe yarayacak?
- Türkiye ekonomisi için “orta uzun vade” denecek bir süreye dönük yol haritası ortaya koyacak.
- Nedir bu “orta uzun vade”?
- 10 yıl denilebilir...
- Neler olacak yasada?
- Türkiye’nin gelecek 10 yıla dönük büyüme, bütçe açığı, borcun GSMH’ye oranı gibi makro dengeleriyle ilgili hedeflerini yasayla ortaya koyacağız. Böylelikle hem kendimizi, hem bundan sonra gelecek hükümetleri bağlamış olacağız.
- Bu yasa değişitirilemez mi?
- Değiştirilebilir elbette. Ancak, değiştirmek isteyen sonucuna katlanır.
- Ne gibi bir sonuç?
- Biz örneğin ilk göreve geldiğimiz günlerde, “Bağımsız Merkez Bankası istemiyoruz” deseydik, piyasalarda etkisi ne olurdu, dünya bize nasıl bakardı düşünün? Benzeri bir durum Mali Kural için de geçirli olacak.
- Hazırlıklar ne aşamada?
- Aralıkları daraltarak seçenekli hedefler belirledik. Bunları yerli-yabancı bankacılara, akademisyenlere gönderdik. Üzerinde biraz daha çalışıp, rakamları teke indireceğiz.
- Muhalefet partilerine gönderdiniz mi?
- Hayır.
- Yabancı bankacıların gördüğü çalışmaları muhalefet neden görmüyor?
- Zaten TBMM gündemine gelecek. Önceden de göndermek olabilirdi ama son dönemlerde muhalefetten sıcak yaklaşım görmüyoruz.
- Mali Kural ne zaman devreye girecek?
- 2011’de devreye girsin istiyoruz.

Bizim binanın depreme dayanıklılığı görüldü
ALİ Babacan, ekonomi için gereken reformların 2001 krizi sonrasında yapılmış olmasının önemini deprem benzetmesiyle ortaya koydu:
- 2001 krizi sonrasında gündeme gelen reformları biz iktidar olduktan sonra hızlandırdık, daha ileri götürdük. Bu, bir anlamda oturduğumuz binayı depreme dayanıklı hale getirmekti.
- Bina artık depreme dayanıklı mı?
- 2008 ortasında başlayan global kriz tam bir deprem etkisi yaptı. Bizim binanın da depreme dayanıklı olduğu ortaya çıktı. Nitekim Türkiye krizden en az etkilenen ülkeler arasına girdi.
İhracattaki 97.2 milyar milyar dolarlık artış kur desteğiyle mi oldu
ALİ Babacan’la sohbette ihracatçıların, “IMF’den para gelirse kurlar iyice düşer, ihracat darbe yer” yakınmaları da gündeme geldi:
- IMF’yle anlaşma yapınca gelecek kaynağın kurları fazla aşağı çekmemesi için bir önlem olacak mı?
- Dalgalı kur rejimindeyiz. Herhangi bir şekilde kur hedefi koymayız. Büyük dalgalanmalar olursa, Merkez Bankası gerekli gördüğünde elindeki araçlarla müdahaleyi yapar.
- İhracatçılar bu konuda çok tedirgin.
- İhracatı sadece kur desteğine bağlamak çok yanlış. Biz böyle bir şeyi doğru bulmuyoruz ve yapmayız.
Babacan, hemen şu karşılaştırmayı yaptı:
- 2002 sonunda dolar kaç liraydı?
- 1.6-1.7 lira düzeyindeydi.
- Ya ihracat?
- 35 milyar dolar.
- 2008 sonunda dolar kaç liraydı?
- 1.5 lira.
- İhracat?
- 132.9 milyar dolarla rekor kırdı.
- Aradaki 97.9 milyar dolarlık fark kur desteğiyle mi oldu, hayır. İhracatçılarımızın rekabet koşşularını iyileştirmek için elimizden gelen ne varsa yaparız ama kur hedefi garantisi vermeyiz.

Mali Kural’ı kim izleyecek
ALİ Babacan, heyecanla “Hükümetleri cendereye sokmadan, çocuklarımız, torunlarımız için öngörülebilir bir Türkiye ekonomisi ortamı yaratmaya çalışıyoruz” diyerek Mali Kural’ı anlatırken, izleme ve denetleme de gündeme geldi:
- Mali Kural Yasası’nı kim izleyecek, bununla ilgili denetlemeleri kim yapacak? Bağımsız bir üst kurul gündemde mi?
- Bunu biz de konuşuyoruz. Henüz karar verilmiş değil.
[Hürriyet Gazetesi] [25 Şubat 2010]

23 Şubat 2010

Ortak bir mağduriyet tarihi lazım [Pınar ÖĞÜNÇ]

Siyaset felsefesi ve siyasi düşünce tarihi üzerine, ikinci bir öğrencilik hayatıyla bir de hukuk doktorası ekleyen Nergis Canefe, geçiş dönemi adaleti üzerine çalışan ve sıcak mevzu toplumsal yüzleşmeye dair çok lafı olan bir akademisyen. Ders verdiği Kanada'dan İstanbul'a yaptğı bir kaçamakta yakaladık; Sınır Tanımayan Palyaçolar'a kadar yolumuz varmış

Türkiye, ezberden geçtiği resmi tarihin kimi yaprakları üzerinden tekrar düşündüğü, en azından bunu yapmaya mecbur eden sivil bir motivasyonun güçlendiği bir dönem yaşıyor. Aslında ne olmuştu, halının altına hangi ayıplar süpürülmüştü? Bu ne kolay, ne de hızlı akacak bir süreç...

Nergis Canefe, 2005’te Türkiye ve Kanada’da eşzamanlı olarak siyaset felsefesi ve siyasi düşünce tarihi alanlarında doçent olan, karşılaştırmalı vatandaşlık ve milliyetçilik teoremleri, aidiyet kavramı, zorunlu göç, hafıza ve göçmenlik durumu, azınlık hakları ve siyasi şiddet üzerine çalışan bir akademisyen. 2003’ten beri Kanada’da York Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünde öğretim üyesi. Canefe’yi ilginç kılan özelliklerden biri yıllarca bu alanlarda çalıştıktan sonra doçent olduğu yıl tekrar öğrenciliğe geçiş yapması ve nihayetinde Kanada, Osgoode Hail Hukuk Fakültesi’nde İnsanlığa Karşı İşlenen Suçların Yargılanması ve İnsan Hakları Kuramları konusunda ikinci doktorasını yapmış olması. İki cenahın akademik birikimi buluştuğunda bu belalı yüzleşme meselesinden geçiş dönemi adaletine, sancılı evreye dair sorulacak sorulara en doğru muhataplardan biri oluyor.

İlginçlikleri mebzul miktarda... Ceza hukukundan konuşmaya başlayıp bir saat sonra ‘Sınır Tanımayan Palyaçolar’a gelme ihtimali, başka biriyle pek mümkün değil galiba.

Havanın -25 olduğu Toronto’dan +15 olan İstanbul’a gelmek bünyeyi sersemletiyordur. Oradan takip etseniz de, buraya gelir gelmez Türkiye gündemi nasıl çarpıyor size, neyi net görüyorsunuz?
Doğru, başlıkları takip etsem de hiçbir şeyin derinine inme şansı olmuyor. Uçakta, 12-13 saatlik yolda gazeteleri toplayıp okumaya başlıyorum. Gündelik gündemden uzaklaşıp tekrar yakınlaştığımda, Türkiye’deki tartışmaların birbirine çok güzel eklemlendiğini görüyorum öncelikle. Yeni kırılma noktaları iki-üç senede bir oluyor. Hep ‘Türkiye’de bir şey değişmiyor’ denir ya, hayır değişiyor ve az buçuk kaidelerini görebileceğimiz hareketler var gibi geliyor bana...
Birbirinin üzerine binen ve sağlıklı gördüğünüz o kırılmalar neler?
Anayasa tartışmaları, tekrar, hüsranlı bir şekilde geri gelmiş durumda. Dikkatimi çeken şeylerden biri, yargının yasamayı ezmemesi söylemi... Değişik işadamları derneklerinin YÖK’teki katsayı uygulamasıyla ilgili fikir beyan ettiğini okudum örneğin. Daha önce bu konularda laf etmemiş yeni aktörler çıkıyor ortaya. Sağlıklı ya da sağlıksız, o ayrı ama hareket olduğu kesin. Kürt sorununda ise endişeliyim. Sıradan insanın halkın düşmanı olarak damga yemesiyle, açılımdan çok, macun gibi koyulaşan bir durum görüyorum. Yetişkin hayatımın tamamı bu tür şiddet sapmalarını takip ederek geçtiğinden çok umutlu değilim.
Uzun yıllar yoğunlaştığınız siyasi şiddet, azınlık hakları, zorunlu göç gibi konularla sonradan ikinci doktoranızı yaptığınız hukukun kesişim kümesinde geçiş dönemi adaleti duruyor. İnsanlık neden adalet anlayışını revize etmek zorunda kaldı?

Toplumsal konularda canımız yandığında, hak ve adalet bir ihtiyaç haline geldiğinde tarihsel olarak vurgu, hep insan hakları hukukunun açılımlarına yapılır. Ancak son 20 senede dünyada örneklerini gördük, özellikle toplumsal şiddet içeren, iç savaş olabilir, darbe ya da zorunlu göç olabilir, toplumsal sorumluluk gerektiren durumlarda, şahsi kanaatim insan hakları hukukunun yeterli olmadığı. Uluslararası ceza hukukunun da, savaş durumunda topyekûn toplumu etkileyen şiddet durumlarına ağırlık veren, insancıl hukuk yanı ilgimi çekiyor. İnsan hakları hukuku devletle birey arasında izole bir bağ kuruyor. Halbuki savaş suçları ya da insanlığa karşı suç kategorisine kaydığınızda, bu ilişki devletle birey arasından çıkıyor. Diğer toplumsal aktörleri gündeme getiriyor, aynı zamanda adalet söyleminizi değiştiriyor. Baskın adaletten onarıcı adalete geçiyorsunuz. Burada ilginç bir kırılma var, savaş hukuku genelde devletler arası şiddet durumlarına uygulanır. Ama devletin, kendi vatandaşına ya da işgal ettiği yerdekilere şiddetinde suskun kalması söz konusudur. Soğuk Savaş sonrası bunun değişmesini sağlayan birkaç olay oldu: Latin Amerika’daki diktatörlükler, Afrika’daki, Asya’daki kimi meseleler, Yugoslavya... Bunların sonrasında global adalet etiği denebilecek bir çerçeve doğdu. Çok umutlu olmamak lazım ama uluslararası eleştirel hukuk yapanların bu konuda hemfikir olması önemli.
Türkiye’de türlü açılardan kısa ve uzun vadeli geçmişle yüzleşme arzuları, Toplumsal Bellek Platformu gibi talep girişimleri artarken hukuk işimize nasıl yarar? Mesela Kürt meselesini ele alalım ya da 80 darbesini...

Türkiye’de bu kavram yeni tartışılıyor. Biz hâlâ hak, hukuk, adalet, koşturma, devlete karşı cephe alma peşindeyiz. Son halka dediğin gibi Kürt meselesi ve 80 darbesi ama bunu geriye çekmemiz gerekli. Ermeni tehciri, Dersim isyanı, Türkiye Hıristiyanlarının sürülmesi, Aşkale kampları, 6-7 Eylül olayları, 27 Mayıs, 12 Mart, darbeler, idamlar ve hapis cezaları, sonra 1 Mayıs 77 katliamı, o civarda Kıbrıs, Maraş, Çorum’la Alevi meseleleri; onun arkasından 12 Eylül ve Kürt sorunu... Bir çığ gibi, her 10 senede bir büyüyerek gelen bir yüzleşme meselesi var. Devlet katmanında hissettiğim korkunun nedeni, bunun çorap söküğüne dönme ihtimali. 80 darbesinden tutup çekmeye başladığında, çok değişik zulüm hikâyelerini konuşmak isteyen toplum katmanları çıkıyor. Benim gördüğüm, Kürt sorununa eğilinmesiyle 80 darbesinin hesabının sorulması arasında bir ayrım yaşanıyor. Oysa ortak bir paydaya ait sorunlar. Topyekûn bir yüzleşme hamlesiyle, hepsini birden telaffuz edebilmek, yeni bir adalet anlayışına yönelebilmek... Parçalı bir tarihimiz var, parçalı da bir yüzleşememe tarihimiz var.
Doğru ilham kaynağı neresi?
Standart olarak Arjantin ve Şili. Guatemala var, Ruanda ve Yugoslavya kötü örnekler. Bizim için en iyisi Güney Afrika, çünkü orada 100 senelik bir tarihle toptan bir yüzleşme, yeni anayasa, bütün kamu kuruluşların elden geçirilmesi, gündelik hayatın yeniden tazmini söz konusu, halihazırda da devam ediyor. Bu konuda çalışan bazı arkadaşlarımız ‘Orada ciddi bir toplumsal irade vardı, herkes bunu istiyordu. Türkiye’de böyle bir zemin yok’ diyor. Demin saydığımız siyasi şiddet tarihinin yarısı azınlıklarla ilgili, diğer yarısı Türk soluyla, şununla bununla... Kutuplaşmalar var ama Güney Afrika’daki gibi siyah-beyaz üzerinden değil. Bence toplumun, azınlıkların mağduriyetini kendine mal edebilmesi için ortak bir mağduriyet tarihi yaratılmasına ihtiyaç var. Burada karşımıza, çok önemsediğim ‘toplumsal sorumluluk’ çıkıyor. Mahkemede işi kapatırsanız, insanlar sonrasında unutmaya, redde, kaale almamaya devam etme şansına sahip. Oysa Güney Afrika’daki gibi hakikat komisyonları, şartlı aflar, itiraf kültürü, siyasi özür mekanizmaları, siyasette men kuralları, dokunulmazlıkların kaldırılması gibi çok katmanlı faaliyete girdiğinizde başka bir şey oluyor.
Bu bahsettiğinize devrim demiyorlar mı?
Arjantin ve Şili umut vaat ediyor. Tipik bir darbeci, koltuğundan inmeden kendisini ve adamlarını garantiye alır, anayasaya maddeler sokuşturur, yargı düzenine tamponlar koyar. Yeter ki Evren gibi emekli olup inek resimleri yapmaya başladığında o tatil hali bozulmasın. Arjantin’de insanlar 10 sene, 20 sene bekledi, bu sırada unutmamak için belge topladı, pes etmedi. Nihayet şu anda darbeciler yargılanıyor. 30 sene bir ömür, ama olsun. Kaldı ki hepsi aynı anda işlemeyebilir. Üniversitelerdeki atamalarda geri dönüşleri biz 12 Mart’tan sonra yaşadık. Ya da 80 sonrası yurtdışına çıkan siyasi mültecilere af çıktı. Zorunlu köy boşaltmalarından sonra tazminat yasası çıktı. Ufak çaplı da olsa siyasi özürler söz konusu. En son, PKK’lıların sınır geçişinde itirafname alınması vs, bir tür hakikat komisyonudur. Kapısında belediye, muhtarlık gibi hakikat komisyonu yazması gerekmiyor. Ütopik olan, bunların hepsinin aynı anda olması. Pozitif adımları yok sayamayız. Umutsuzluk, bir eziklik ve çaresizlik hissi doğruyor; bunun sonunda da çıkan hezeyan ve karşı şiddet...
Bunu beceremeyen Türkiye’nin başına neler gelir?
Arada şöyle bir riskten de söz etmek lazım. Mağduriyetin mutlaklaştırılması diye bir süreç var. Tek tek önemlerini azaltmak için söylemiyorum ama mağduriyetlerde tekil özne iddiası oluyor. Ermeni’yseniz Ermeni sorununa odaklanıyorsunuz, Kürt’seniz Kürt meselesine... Ortak bir tabana geçebilmek için daha geçişli, şiddetin damarlarını, aktörlerin çoğunluğunu ortaya çıkaracak bir yaklaşıma ihtiyaç var başa dönersek. Geçiş adaleti yaşanan toplumsal durumlarda, alternatif ortak hafızadan derin hafızayla geçilmesi öngörülüyor. Derin hafıza çok ilginç bir şey; bütün siyasi enerjini hesaplaşmaya, failleri ortaya çıkarmaya, tazminat meselelerine aktardığında, hele de bunu üç-beş seneye değil, uzun süreye yaydığında bir süre sonra ileriye dönük ideal, ütopya üretememeye başlıyorsun, içine kapanıyorsun. Yani unutmayacaksın ama kapanacak defter varsa kapatıp ileri döneceksin. Ermeni tehciri katliam mıydı, soykırım mıydı? Bir şekilde çözüp, gerekeni yapıp ona rağmen devam edeceksin. Yeni sorunla cesaretli bir şekilde ilgilenebilmen için geçmişteki belalı defterleri bir bir kapaman gerekli. Yoksa ciddi bir siyasi nihilizme yol açıyor. Bir cendere gibi...
Hukuktan medet umuyoruz, bir aktivizm sahası olarak görüyoruz. Bir yandan da en basit trafik suçunun cezalandırılmasından Hrant Dink davasının işleyişine kadar, insanların adalet inancının gayet zayıf olduğu bir devirdeyiz. Bu bir yaman çelişki olarak kalacak mı?

Adalet mekanizmaları liberal devletin her zaman sağ koludur. Ama devlet nasıl bir çatışma alanıysa adalet de bir çatışma alanı ve kimsenin de tekelinde değil. Hakkaniyet denen bir kavram var, bugünkü yargı düzeni bunu sağlamıyor olabilir ama biz ondan vazgeçmiyoruz sonuçta. Adalet gibi, anayasalar da evrensel dil kullanır, yoksa kimse mahkemeye gitmez zaten. İşte siz yargı sistemini o evrensel dili kullanarak içeriden vurabilirsiniz. Zaten insan hakları hukuku denen böyle bir şey. Hukuku idealleştirme gibi bir arzum yok amma velakin çok kuvvetli bir siyasi araç olduğu konusunda artık kararımı verdim.
Şarkıcı, pandomimci, sınır tanımayan palyaço
* Hukukta sizi bu kadar cezbeden ne var ki 40 yaşınızdan sonra tekrar öğrenci olmayı, iki çocuk büyütürken deli gibi çalışmayı göze alarak ikinci doktoraya giriştiniz?
(Gülüyor) Orta yaş krizi galiba. İnsanlar evleniyor, kırmızı araba alıyor, ne bileyim Marmaris’e taşınıyor, ben hukuk fakültesine girdim. Şaka bir yana, ben darbeye kurban vermiş bir ailenin çocuğuyum; Ankara sokaklarında büyüdüm. Gözümü dünyaya açtığımdan beri maalesef bunları duymak, görmek zorunda kalan bir kuşaktanım. Dünyaya bakışım da bu yüzden tuhaflaşmış durumda. Mesela işkence tutanağı yazarken hiçbir şey hissedemeyenlerdenim. Ablanız hapisten çıkmış eve geliyor, bütün bunları yaşadıktan sonra bir şey hissetme lüksünüz kalmıyor. Tıp öğrencisinin kadavrayı kesmesi gibi eğiliyorsunuz bu konulara. Buradan gelmeme rağmen iki şey kafamı kurcalıyordu. Birincisi tanıklık. Kim tanık olabilir, nasıl bir hiyerarşisi vardır, ne tanıklıktır? Bir konu da dokunulmazlık... Nasıl oluyor da bazı insanlara dokunulamıyor? Hepimiz ne yaptığını biliyorsak dahi bizi durduran ne? Ben ceza hukukunun siyasi ve toplumsal suçlara uzanan koluyla ilgileniyorum. Orada bu ikisi de kilit kavramlar. Bir toplantıda ben karşılaştırmalı Ortadoğu hukuku, azınlık hakları vesaire anlatıyorum. Çok saygı duyduğum Joseph Kenneth diye bir akademisyen bana “Derdin ne senin?” dedi, “Ne yapmaya çalışıyorsun, hesap mı soruyorsun?” O sırada cevap veremedim ama kafama o kadar dank etti ki, hukuk fakültesine gitmeye karar verdim. Hesap sormak mı, hesap sormaya çalışanların tanıklığı mı bilmiyorum; bana hayatta biçilmiş küçücük yer tanıklık etmek ve not düşmek... Uluslararası ceza hâkimleriyle toplumsal tarihçi arasında bir tür tercümanlık diyelim ya da...
* Bir yandan da fotoğraf çekiyorsunuz, resim yapıyorsunuz, hatta daha fazlası da var sanırım...
İçinde fazla siyasi hareket olan bir aileden geldiğim için üniversitede organize siyasete girmemeye karar vermiştim. O zaman Boğaziçi’nde benim gibi siyasi sanat yapmak isteyen de çok insan vardı. Dans, tiyatro, resim, karikatür üzerinden çok ağır olabilecek konuları ele alabiliyorduk. ‘Berci Kristin Çöp Masalları’nı dans tiyatrosu haline getirmiştik mesela. Duvar resimleri yapıyordum. Uzun süre şarkı söyledim, yedi kişilik bir acapella grubumuz vardı, Rönesans’tan bugüne isyan şarkıları söylüyorduk. Benle ‘Hümanist Marksist’ diye dalga geçerlerdi. Sonra yurtdışına çıktım, sekteye uğradı bir sürü şey, ruhum öldü resmen. Çocuklarım doğduktan sonra, tabii şekil de değişiyor, baktım sahneye dönemeyeceğim, pandomime kaydım, palyaço eğitimi aldım. ‘Clowns Without Borders’la (Sınır Tanımayan Palyaçolar) çalışıyorum. Göçmen çocuklarının olduğu okullara gidiyoruz mesela. Son beş-altı senede kukla tiyatrosu girdi hayatıma, sonra da fotoğraf... Ama asıl delirdiğim, Ürgüp’te bir dağ evi aldım, orayı alt katı savaş çocuklarının yazdığı ya da onlara hitap eden edebiyatın yer aldığı bir çocuk kütüphanesi olan bir sanat evi yapıyoruz. Allahın dağına kim gelir bilmiyorum, ama beni çok heyecanlandırıyor. Ruhuna iyi bakmak zorundasın. Öyle konularla uğraşıyoruz ki, hayatın güzel ve umutlu olduğunu, acılara rağmen en azından bazı şeylerin ayakta kaldığını kendine hatırlatmak zorundasın. Bunun yollarından biri sanat. Özellikle Kürt sorunuyla ilgilenmeye başladığımdan beri acıklı halk türküleri de dinleyemiyorum mesela artık. Tersine ütopik, uçuk, yok kukla, yok palyaço gibi şeylerle ilgilenmem lazım. Sihirbazları da seviyorum bak... Hayatım çok yoğun şu an. Biraz daha yaşlanırsam bunları daha rahat yapacağım.


[Radikal Gazetesi]

Perşembenin gelişi... [Yılmaz ÖZDİL]

İftiraya uğrayan albay kafasına sıktı. Deniz Kuvvetleri Komutanı, “Teröristi bırakıyorlar, bize terörist muamelesi yapıyorlar” dedi.

Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı ile Eskişehir Jandarma Komutanı içeri tıkıldı. Foça çıkarma gemileri komutanı Tuğamiral ile Güney Deniz Saha Komutanı Koramiral’in şüpheli sıfatıyla ifadesi alındı. 3’üncü
Ordu Komutanı ifadeye çağırıldı. Genelkurmay Başkanı’nın gizli gizli kaydedilen ses bandı internete sızdırıldı.
*
2 gün sonra...
*
Şubat 2010 MGK bildirisi:
Irak’taki gelişmeler bütün boyutlarıyla ele alınmış, Kıbrıs’taki müzakere süreci gözden geçirilmiş, Ege sorunları kapsamında Doğu Akdeniz’deki hak ve çıkarlarımız değerlendirilmiştir. Kardeşlik olgusunun pekiştirilmesi bağlamında, tüm kurumlarımızın işbirliği ve eşgüdüm içinde icra ettikleri faaliyetlerin sürdürülmesi kararlılığı bir kez daha teyit edilmiştir.
*
2 gün sonra...
*
Tüm kurumlarımızın işbirliği ve eşgüdüm içinde icra ettikleri kararlı faaliyetler neticesinde... Hava Kuvvetleri eski Komutanı gözaltına alındı, Deniz Kuvvetleri eski Komutanı gözaltına alındı, Birinci Ordu eski Komutanı gözaltına alındı. Lojmanlarında pijamayla kahvaltı eden komutanlar, evlerinin basılacağını ve içeri tıkılacaklarını TRT 2’den öğrendi.
*
2 ay sonra...
*
Nisan 2010 MGK bildirisi:
Kritik toplantı, Genelkurmay Başkanı gözaltına alındığı için yerine vekâlet eden astsubay kıdemli başçavuşun... Kara Kuvvetleri Komutanı’nın evi basıldığı için yerine vekâlet eden istihkam onbaşının... Hava Kuvvetleri Komutanı ifadeye çağırıldığı için vekâlet eden THY genel müdürünün... Deniz Kuvvetleri Komutanı tutuklandığı için ve Deniz Kuvvetleri’nde tutuklanmayan subay-astsubay kalmadığı için şehir hatları vapuru çımacısının katılımıyla gerçekleştirilmiştir... Kritik toplantı 2 dakika sürmüş, işbirliği ve eşgüdümle iç ve dış tehditler ele alınmıştır.

[23 Şubat 2010] [Hürriyet Gazetesi]