25 Mart 2010

Tasl’ak... [Yılmaz ÖZDİL]

İki avukat lokantaya girmiş, karşılıklı oturmuş, çantalarından birer sandviç çıkarıp, yemeye başlamış... Garson gelmiş tabii, “Özür dilerim ama, burası lokanta, kendi sandviçlerinizi yiyemezsiniz” demiş...

Avukatlar “pardon” diyerek, sandviçlerini değiş tokuş etmişler!
*
Bunların hukuka bakışı bu.
*
Neymiş efendim, tasl’ak hazırlamışlar... Cumhurbaşkanı, 45 yaşını doldurmuş ve üniversite mezunu “herhangi iki kişi”yi Anayasa Mahkemesi’ne üye olarak atayabilecekmiş.
*
Cüppeli Ahmet olsun mesela...
Yaşı tutar.
Medrese diploması var.
“Ulemaya soralım” kısmına o bakar, gayet adaletli olur.
*
Jet Fadıl olsun.
Geciken adalet, adalet değildir...
Jet gibi geçer.
*
Zahid Akman olsun.
Şaban Dişli olsun.
Bu dönemin kanaat önderidir...
Ali Dibo olsun.
*
Kevın Kostnır olsun.
Aurelio gibi Türk yapalım...
A’nayasa milli olsun.
*
Sanatçı açılımında, “Kendini bu ülkenin sahibi gibi görenler, ateist, kafatasçı, elit... Hükümet istifa diyorlar, Genelkurmay Başkanı niye istifa etmiyor? Cunta anayasası kaldırılsın. Saçını öne tarayanlar bu ülke hakkında konuşamaz mı? Bu nasıl bir faşizanca yaklaşımdır?” diyen şarkıcı Nihat Doğan olsun... (Ama maalesef, yaşı ve eğitimi tutmuyor. Bu sefer olmasa bile, bi dahaki sefere “diploma şartı” kaldırılsın, Nihat Doğan da olsun.)
*
Haydar Dümen olsun.
Anayasa Mahkemesi, devletin “organ”ıdır neticede... Ve, bu
organımızın sağlıklı çalışmadığını öne sürüp, bazısına “sert”, bazısına “yumuşak” davrandığını iddia ettiklerine göre, doktor kontrolünde olmasında yarar vardır, fırsat bu fırsattır.
*
Bir üyeyi AB seçsin.
Öbürü, Fehmi Koru, Mehmet Barlas, Cengiz Çandar, Hasan Cemal, Mehmet Ali Birand olsun.
Sırayla 2’şer ay 2’şer ay...
“Döne döne” yapsınlar.
*
Cemil İpekçi olsun.
Gerçi bıyıkları badem değildir ama, iyi terzidir... THY koltuklarını nasıl diktiyse, bedenimize oturmadığı
halde zorla giydirilmeye çalışılan Anayasa’yı haydi haydi diker.
*
Profesör Arif Verimli olsun.
*
Eminim, değerli hocam “Niye beni bu işe karıştırdın” diye sitem edecektir ama, ciddiyim...
Hukuki değil, ağır bir psikolojik durumla karşı karşıyayız çünkü. 

[Hürriyet Gazetesi] [24 Mart 2010]

24 Mart 2010

Ekonomi iyileşiyor, büyüme kırılgan [Dünya Gazetesi]

BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun, dünya ekonomisinin iyileşme sinyalleri verdiğini ancak, küresel ekonomik büyümenin hala kırılgan olduğunu, iş kayıplarının devam ettiğini belirtti.
BM Genel Kurulunda düzenlenen "Kalkınma Finansmanı" adlı toplantının açılışında konuşan Genel Sekreter Ban, sürdürülebilir kalkınmanın önünde halen pek çok engel bulunduğunu belirterek, 2015 yılına kadar BM Binyıl Kalkınma Hedeflerine ulaşılmasına büyük önem verdiklerini, bu Eylül ayında BM genel merkezinde düzenlenecek üst düzey Binyıl Kalkınma Hedefleri Zirvesinde gelinen aşamanın ve yapılması gerekenlerin ele alınacağını, üye devletlere bu kapsamda pek çok sorumluluk düştüğünü söyledi.
Küresel ekonomik ve mali krizin "reform fırsatı" da doğurduğunu vurgulayan Genel Sekreter, reformlarla daha istikrarlı büyümeye, iş alanlarının yaratılmasına ve sürdürülebilir kalkınmaya ulaşılabileceğini belirtti.
"Uluslararası mali sistemi reforme etmeliyiz" diyen Ban, BM'nin IMF ve Dünya Bankasının reform sürecini desteklediğini, gelişmekte olan ülkelerin bu kuruluşlardaki sesinin ve katılımının artması gerektiğini söyledi.
BM Genel Kurulunda iki gün devam edecek toplantılarda, "uluslararası mali sistemin reformu, mali krizin doğrudan yabancı yatırımlara, dış borca ve uluslararası ticarete olan etkisi, kalkınmanın yenilikçi kaynaklarla finansmanı ve Binyıl Kalkınma Hedeflerine ulaşılması"' gibi konular ele alınacak.
BM'ye üye devletler, BM öncülüğünde, 2015 yılına kadar tüm dünyada "yoksulluk ve açlığı ortadan kaldırma, evrensel temel eğitimi sağlama, kadının toplumdaki rolünü güçlendirme, çocuk ölümlerini ve doğum sonrası anne ölümlerini önleme, AIDS gibi ölümcül hastalıklarla mücadele, çevresel sürdürülebilirlik ve kalkınma için küresel ortaklık kurulması" şeklinde tanımlanan Binyıl Kalkınma Hedeflerine ulaşmaya çalışıyorlar.

Yargıyı yok et yasa, yürüt... [Yılmaz ÖZDİL]

Anayasa’da değişiklik yapıyor arkadaşlar...


Anayasa’ya göre kapatılması istenen partinin kapatılıp kapatılmayacağına, Anayasa’ya göre kapatılması istenen parti karar verecek.

- Suç işledik mi?
- İşledik.
- Kapatılalım mı?
- Kapatılmayalım.
- Yaz kızım, kapatılmamıştır.

Boşanmak istiyorsunuz mesela...
Hâkime ne?
Toplansın sülale...
Referandum yapılsın.

Diyarbakırspor’a saha kapatma cezası mı verilecek? Federasyon karışmasın... Tribünlere sandık konulsun, Diyarbakır taraftarı karar versin. Hakemi, futbolcular seçsin... Zaten, boşu boşuna maç yapmayalım, oylama yapalım, kimin taraftarı fazlaysa o şampiyon olsun.

Gardiyanları mahkûmlar seçsin.
Zabıtaları pazarcılar seçsin.

Komutanları erler seçsin; yap kışlada kampanyanı, topla 3 bin kişiyi albay ol... Ordudan kimin atılacağına generaller karar veremeyeceğine göre, okuldan kimin atılacağına niye öğretmenler karar
veriyor? Çocuklar reşit olana kadar
sınav sorularını veliler belirlesin.

Ana veya babanın dediği olmasın...
3 kişilik ailelerde salt çoğunluk aransın,
4 kişilik ailelerde karar alınamazsa,
rafa kaldırılsın, gelin veya damat
gelene kadar kadük kalsın.

Devlet dairesinde 100 memur
varken, niye sen müdür oluyorsun?
Hani demokrasi?
Ya herkes müdür olsun, komisyon yönetsin ya da müdürü memurlar seçsin.

Vatandaşın en çok oy verdiği parti iktidar olunca, güzel... Aynı vatandaşın
en çok seyrettiği dizi, çirkin... Öyle mi?
Behlül RTÜK başkanı olsun.
RTÜK başkanı da gitsin Bihter olsun.

Belediye otobüsünün nerede duracağına yolcular karar versin; oytobüs olsun... Çoğunluk nereye istiyorsa, pilotlar oraya uçsun. Kadıköy’den bindik, Karaköy’e mi Eminönü’ne mi, kaptanı alakadar etmez, demokrasi var, uzlaştık uzlaştık, uzlaşamadık akıntı karar versin.

Herkes kendine anayasa hazırlasın, herkes kendi anayasasına uysun, birbirimizin anayasalarının birbirimize uymadığı durumlarda, hiç ağlanmasın, herkes ne hali varsa görsün...
Hukuk mukuk kalmadığına göre, bu saatten sonra Allah cezamızı versin.

[Hürriyet Gazetesi] [23 Mart 2010]

16 Mart 2010

Artık daha fazla cari açığımız olacak [Erdal SAĞLAM]

ÖNÜMÜZDEKİ döneme ilişkin olarak, ekonomik istikrarı bozabilecek riskler arasına cari açık problemini mutlaka koymak gerekiyor.

Çünkü son veriler de açıkca gösteriyor ki; mevcut sistem artık eskisinden çok daha fazla cari açık üretiyor. Yani ekonomi toparlanmaya başladığında ciddi cari açık rakamlarıyla karşılaşma ihtimali bir hayli yüksek.
2001 krizinden sonra yaşadığımız ekonomik küçülme nedeniyle cari fazla vermeye başlamışken, bu kez ekonomi küçülürken cari açığın devam ettiğini hep hatırda tutmak gerekecek. 
Aslında sorun büyüme ile, büyümenin yapısı ile ilgili. 2006 ortasında finansal piyasalarda yaşanan dalgalanmanın, ekonomik büyüme hızını yavaşlatarak yüzde 5 platosuna çektiği konuşuluyor. Yani sadece küresel krizle ilgili değil, daha önceden başlayan bir süreç söz konusu. O dönem TOBB önderliğinde özel sektörün gündeme getirdiği ”istihdamı artırıp cari açığı azaltacak yeni bir sanayileşme politikası” taleplerini ve birşey yapılmadığını da unutmayalım...
Para politikasının sıkılaşmasının yanında, Türkiye’nin yüksek cari işlemler açığı üreten büyüme hızının, aynı oranda işgücü yaratamaması ve ihracatın gittikçe artan oranlarda ithalat gerektirmesi, büyüme ile ilgili problemlerin temelindeki unsurlar olarak bundan sonra daha fazla konuşulacak gibi...
Geçen hafta sonu Dış Ticaretten sorumlu Devlet Bakanı Zafer Çağlayan ile bu konuyu da konuşma fırsatı bulduk. Mermerden örnek vererek, katma değeri yüksek ürün ihracatını artırmak durumunda olduklarını kaydeden Çağlayan, ”Ana hedef ihracat odaklı üretim stratejisi geliştirmek” diyor. Bir kurul oluşturduğunu burada Devlet Bakanlığı, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, TOBB, TİM, Hazine, Merkez Bankası, TÜBİTAK, KOSGEB gibi kurumlardan temsilciler olacağını kaydeden Bakan Çağlayan, aynı zamanda bir “kurumsal hafıza” oluşturmaya da çalışacaklarını söyledi.
YENİ İHRACAT STRATEJİSİ
Devlet Bakanı Zafer Çağlayan  hazırladıkları yeni ihracat stratejisi hakkında bilgi verdi. Yapılan çalışmalarda cari açığın azaltılması ve ara malında yaşanan sıkıntıyı gidermeyi hedef olarak aldıklarını kaydeden Çağlayan, “Girdi tedarik stratejisine ihtiyacımız var. Ara malı olarak getirdiklerimi neden Türkiye’de üretemiyorum sorusuna yanıt arıyoruz” şeklinde konuştu.
Bu konudaki sıkıntılardan birinin kur olduğunu ama hangi alanlarda hangi teknolojiye yönelmek gerektiğine de karar vermek gerektiğini belirten Çağlayan, “İhracat yapısı orta ve düşük teknolojiye doğru bir eğilim gösteriyor. Orta- yüksek teknoloji yüzde 40’lara gidiyor sanayi ürünlerinde. Katma değeri artırmak ve düşük teknolojiden vazgeçmemiz lazım. Geleneksel sektör tekstil konfeksiyonda teknolojik çalışmalara girmemiz, teşvik için saptanan 12 sektörü desteklemeye devam etmemiz gerekiyor” şeklinde konuştu.
İhracatçı beklenti anketi oluşturduklarını, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) onlar adına bu çalışmayı yürüteceğini ve sürekli sinyal almaya çalışacaklarını kaydeden Bakan Çağlayan, Dış Ticaret Müsteşarlığı bünyesindeki Ekonomik Araştırmalar Genel Müdürlüğü’nü yeniden yapılandırıp, ihracat ve ithalattaki kur yapısı, çapraz kurların etkisi, kur değişimlerinin ithalat ve ihracata etkisi gibi, detaylı araştırma çalışmaları planladıklarını söyledi.
Umarız, ortaya çıkacak yüksek cari açık ekonomik istikrarı bozacak boyutlara ulaşmadan, planlanan bu tür çalışmalardan sonuç almaya başlarız.
Ekonomi iyi giderken, cari açık yaratmayacak yeni bir dış ticaret politikası ve buna temel olacak sanayi politikasını kurmaya ihtiyaç vardı, yapılmadı...
[Hürriyet Gazetesi] [16 Mart 2010]

Devalüasyonu tartışmanın zamanıdır [Güngör URAS]

Türk parası aşırı değerlendi. Döviz uzun süredir çok ucuz. Bu nedenle
1) Üretemiyoruz/İstihdamı artıramıyoruz
2) Bütçe açığını içeriden borçlanarak kapatıyoruz.
3) Döviz açığını dışarıdan borçlanarak kapatıyoruz.
4) İç açığı ve dış açığı kapatmak için kamu varlıklarını (özelleştirme adı altında) satıp savuruyoruz.

Şimdi geldi sıra barajlara, santrallara...
Bu böyle sürüp gidebilse, mesele yok. Ama gidemez. İşte Yunanistan örneği ortada. Kaldı ki o euro bölgesinin üyesi. AB’nin koruması altında. O bile bu işi sürdüremedi.
Çare, dövizi pahalandıracağız. Bu konuyu tartışmaya açıyorum. Bu konu tehlikeli bir konudur. Karşı çıkanlar olacaktır. Denilecektir ki:
- Devalüasyon lobisi harekete geçti.
- Dalgalı kurdan sabit kura mı geçeceğiz? Dalgalı kur sisteminde devalüasyon olmaz. Döviz fiyatı arza talebe göre oluşur.
- Döviz fiyatı artar ise bankalar, döviz borcu olan özel sektör güç duruma düşer.
- Pahalı ithalat enflasyonu artırır.
Tartışmaya girecekler bütün bu itirazlara hazır olmalıdır.
Döviz fiyatı artırılmalı
Önce devalüasyon konusuna açıklık getirmekte yarar vardır:
- Dalgalı kur sisteminde, serbest piyasa ekonomisinde, eski usul, “devlet emir ve kumandasında” döviz kuru belirlenemez.
- Fakat Merkez Bankası ile Hazine ve Maliye el ele vererek “Tobin Vergisi” gibi vergileme araçlarını da kullanarak “üretimden ve ticaretten kaynaklanmayan” döviz girişlerini frenleyerek, Türk Lirası’nın aşırı değerde olmasını önleyebilir.
Gerçekçi olalım. Türk Lirası’nın bugünkü aşırı değeriyle, ithalat yavaşlamaz, artar. İhracat dövizi girişi görünürde artsa da net döviz girdisi giderek azalır. Katma değer yaratamayız.
Günü gün etmeye dönük, yanıltıcı tedbirler sorunun ertelenmesine imkân veriyor ama çözülemez boyuta getiriyor.
Bu günlerde döviz fiyatındaki kademeli olarak yüzde 3, yüzde 5 artışları bu ekonomi hazmedebilir. Ama bugün bu hazmedilebilir ölçüdeki ayarlamalarla döviz kuru gerçekçi rakama oturtulamazsa, bir süre sonunda çok büyük ölçüde, hazmedilemeyecek boyutta, sarsıntı yaratacak şekilde döviz kuru ayarlamaları zorunluluğu ortaya çıkar.

Sorun çözmüyoruz, erteliyoruz
Ucuz döviz fiyatının neden olduğu sorunları ertelemek Türkiye’nin pahalı faturalar ödemesiyle mümkün olabilmektedir.
- Katar Şeyhi bize döviz gönderecek, Suudi Arabistan Kralı yardım edecek diyerek başkalarından gelecek dövize ümit bağlıyoruz. El parasıyla günü geçirmeyi marifet (başarı) sayıyoruz.
- Özelleştirme adı altında varlıkları sata sata bitiremedik. Şimdi geldi sıra elektrik santrallarına ve barajlara. Bunları 40 milyar dolara satacağız diye seviniyoruz. Bu barajlar bu halkın parasıyla yapıldı. Üretim değeri var ki bunlara yabancılar 40 milyar dolar ödeyecek ve para kazanacak.
-Yıllar önce yapılmış, alınmış varlıkları satarak yaşamak marifet değildir. Sevinilecek, övünülecek iş değildir. Bu varlıklara yenilerini katmak marifettir.
Bu ucuz döviz politikasıyla varlıklara varlık katamadığımızı gördük. Varlıkları satmaktan başka çare olmadığını gördük.
Yıllar önce yapılan santralların, barajların satışından gelecek döviz bizim 2010 yılındaki döviz açığımızı kapatır. İyi de gelecek yıl, bir sonraki yıl satacak nemiz kaldı?
Üretim artmazsa işsizlere nasıl iş bulacağız, açları nasıl doyuracağız, refahı nasıl artıracağız?
Bunları tartışmanın zamanıdır.

[Milliyet Gazetesi] [16 Mart 2010]

10 Mart 2010

Enflasyon geldi cihane yeşil biber bahane [Ege CANSEN]


GEÇEN hafta enflasyon verileri açıklandı. Tüm Dünya’da kullanılan “yıldan yıla TÜFE artışı” (Year to year Consumer Price Index) tanımına göre enflasyon tekrar yüzde 10’u geçti.

Gazeteler bu bilgiyi “çift haneli enflasyona dönüş” başlığıyla haberleştirdi. Haberlerin ayrıntısında, zerzevatın ve bilhassa yeşil biber fiyatının çok artması yüzünden enflasyon bu kadar yüksek çıktı deniyordu. Çünkü Merkez Bankası’nın önceki tahminine göre, enflasyonun bu düzeye çıkmaması gerekiyordu. Ama yine de enflasyonun, yılsonundan önce yüzde 7’ler dolayına ineceği söyleniyor. Üç yılda içinde de yüzde 5’lere inecekmiş.
¡  ¡  ¡
Bir zamanlar iktisat yorumcularının iki yazılarından biri, enflasyon üzerineydi. Bu, yabancı ülkelerde de böyleydi. Ben de kendime ekonomi değil, enflasyon öğrencisi diye bir isim takmıştım. 1980’den sonra iktisadi düşünce ortamında egemenlik kuran paracı iktisatçılara göre “enflasyon, daima bir parasal olaydır”. Bu, merkez bankaları işi sıkı tutarlarsa enflasyon filan olmaz demektir. İşi sıkı tutmaktan kasıt da faizleri arttırmak, para miktarını kısmaktır. Bu yüzden bu ekole mensup iktisatçılar artan enflasyonu görünce, merkez bankasına “hadi, ne duruyorsun arttır şu faizleri” diye mesaj yolluyorlar. Merkez Bankası da “bu enflasyon başka enflasyon, faizi arttırınca düşecek cinsten değil” diyor.
¡  ¡  ¡
Enflasyon, pahalılık (expensiveness) demek değildir. Pahalılık izafidir. Zaten Tüketici Fiyat Endeksi’nin ölçmeğe çalıştığı şey “Geçim Maliyeti” (Cost of Living) dir. Hatta bu ölçümde kullanılan sepetin kalemleri ve ağırlıkları ücretlilerin harcama kalıplarına göre tasarlanmıştır. Fiyat artış oranı, kişinin gelir artışı oranından fazla ise hayat, o kişi için pahalılaşır. Tersi doğru ise, fiyatlar genel düzeyi (galat olarak enflasyon) ne kadar yüksek çıkarsa çıksın, hayat o kişi için ucuzlamış demektir. Aslında enflasyon, genel kabul görmüş tanımında söylendiği gibi “fiyatlar genel düzeyinin artması” demek de değildir. Fiyatlar arttığı için enflasyon olmaz. Enflasyon olduğu için fiyatlar artar. Ayrıca fiyatlar, sadece enflasyon sebebiyle artmaz. Fiyat artışlarının başka sebepleri de vardır. Mesela ülke içinde kıtlık-kuraklık veya dünyada petrol fiyatlarının artması bunlar arasındadır. Aslında merkez bankaları enflasyonu indirerek, fiyat artışlarını frenler. Enflasyon “şişme” demektir. Tam bu noktada hocamın bana sorduğu soruyu, şimdi ben sorayım. O halde şişen şey nedir? Şişen şey “para arzı ile paranın devir hızı” çarpımıdır.
¡  ¡  ¡
2009’da olduğu gibi eğer kişi başına milli gelir gerilemişse, sebebi ne olursa olsun, fiyatlar genel düzeyindeki artış, halkın gelir artışından yüksek olur. Ücret artışlarıyla bunu telafi etmeğe çalışmak “enflasyon sarmalı” yaratır. Milli gelir artmadıkça, bu böyle sürmek zorundadır.
Son Söz: Milli gelir düşmüşse, hayat pahalanmıştır.

[Hürriyet Gazetesi] [10 Mart 2010]

08 Mart 2010

Büyü bozuldu enflasyon ve faiz çift hane [Erdal SAĞLAM]

UZUN süredir düşük seyreden enflasyon ve faiz oranlarında büyünün artık bozulduğu anlaşılıyor.

Enflasyondan sonra faizlerde de artış trendi artık somutlaşmaya başladı ve Hazine kağıtlarının faizlerinde kısa süre içinde çift hanenin görülmesi kaçınılmaz görülüyor.
Uzun süre düşük seyreden, diğer piyasalar bozulsa bile düşük seviyesini korumak için büyük çaba gösteren, Hazine kağıdı piyasalarında geçen hafta açıklanan enflasyon verisinden sonra trend bozuldu. Merkez Bankası bir süredir enflasyonda artış olsa bile bunun geçici olacağını, yılın ikinci yarısında enflasyonun normal rayına gireceğini belirtiyordu. Ancak geçen haftaki enflasyon açıklamasından sonra Merkez Bankası söylemini değiştirdi ve ancak 2011’in ilk çeyreğinde enflasyonun geri döneceğini söylemeye başladı.
İşte bu açıklama büyünün bozulduğu noktaydı ve piyasalarda faizlerin yukarı çıkış sürecinin başladığı artık kabul ediliyor. Cuma günü kapanışta gösterge kağıt faizinin yüzde 9.17’ye kadar çıktığını hatırlatan bankacılar, “Artık Hazine kağıdı faizlerinin yüzde 9’un altına inmesi pek mümkün değil, artışın devam etmesini bekliyoruz” diyorlar. Gösterge kağıt faizinin, ihalelerde yüzde 7.80’e kadar indiğini, o noktadan geçen haftaya yaklaşık 1.5 puanlık artış kaydedildiğini hatırlatan bankacılar, “1.5 puan çok önemli bir oran” diyorlar.
Buna karşılık Hazine’nin iç borçlanmasında bir sıkıntı görülmüyor. Çünkü Merkez Bankası’ndan yüzde 6.5 ile borçlanan bankalar bunu yüzde 9 ile Hazine kağıdına yatırıp, hâlâ kâr etmeye devam ediyorlar. Ancak Merkez Bankası’nın bu fonlamayı azaltmak zorunda kalması ve küresel gelişmelerin de etkisiyle politika faizlerini artırmaya başlaması kaçınılmaz. İşte asıl tehlike de politika faizlerinin artmaya başlamasıyla baş gösterecek.
Bankalar şimdiye kadar yüzde 90’ından fazlasına sahip oldukları Hazine kağıdı piyasasında faiz artışını engellediler ama artık ipin ucunu bırakmak zorundalar. Yabancı bankalar, “Merkez Bankası’nın faiz artışı başlama tarihini nisan-mayısa çekmesi gerektiğini” söylemeye başladılar. Bu takdirde yılın sonuna kadar 1.5-2 puan olarak beklenen toplam faiz artışının oranı da yükselmiş olacak ki; bu bankaların tüm hesaplarını bozabilir. Bu durum faiz artışına hazırlıklı olan Hazine, Merkez Bankası ve bankacıların, hesaplarının bozulması, tehlikenin artacağı anlamına gelecektir.
TOPARLANMAYLA ÇIKIYOR
Ancak Merkez Bankası’nın faiz artışlarına yılın ikinci yarısında başlayıp, yıl sonuna kadar toplam yüzde 1.5-2 puanlık artış yapması, piyasalar için sürpriz olmaz. Çünkü herkes böyle bir artışa hazırlıklı.
Bunun nedeni de enflasyonun geçen yılki düşük oranlara, yaşanan küresel kriz ve bunun getirdiği yüksek oranlı küçülme nedeniyle gelindiğinin bilinmesi. Dolayısıyla faizlerin bu kadar düşmesinin en büyük nedeni de küresel kriz. Piyasa oyuncuları yeni kapsamlı bir reform yapılmadığı takdirde yıllık enflasyon oranlarının yüzde 8-11 aralığına oturacağını tahmin ediyorlar. Yani enflasyon ne kadar inse de artık 8’in altı beklenmiyor. Dolayısıyla faizlerin de buna paralel seyir izleyeceği tahmin ediliyor.
Çünkü mevcut iktidar enflasyon ve faizin kalıcı olarak düşük seviyede tutulması için gereken hiçbir yapısal tedbiri yerine getirmiş değil. Bu nedenle de 2009’da kriz nedeniyle gördüğümüz düşük oranları, ekonomi canlı kaldığı sürece görmemiz de artık pek mümkün gözükmüyor.
Geldiğimiz nokta elbette istenen bir nokta değil ama piyasaların artık buna da razı olduğunu gözlüyoruz. Piyasaların korkusu küresel krizle ilgili yeni bir sıkıntının yanısıra, referandum ve erken seçim nedeniyle veya siyasi çatışmanın artmasıyla bütçede yaşanabilecek bozulmalar. Bu takdirde büyük bir sermaye çıkışı, faizlerin beklenenden erken ve fazla artması sonucu çıkacağını biliyorlar. 
 
[Hürriyet Gazetesi] [08 Mart 2010]

01 Mart 2010

Borsayı kim düşürdü? [Uğur GÜRSES]

Başbakan Erdoğan, köşe yazarlarının ülkeyi gerdiğini ve bu nedenle borsanın yüzde 6.5 düştüğünü söylediği bir konuşma yaptı. Başbakan Erdoğan, “Bir taraftan hükümete vuracaksın, öbür taraftan ekonominin çökmesi için köşe yazarlarıyla elinden geleni yapacaksın. Piyasalar yüzde 6.5 puan düşüyorsa, bunun sebebi ortadadır” diyordu.

Geçtiğimiz hafta İstanbul borsası yüzde 6.7 gerilerken, Akdeniz kuşağındaki Avrupa borsaları da yüzde 3.5 oranında düşmüştü. İtalya ve İspanya’daki köşe yazarları bir şey yapmadılarsa (!) İstanbul borsasındaki düşüşün yarısının küresel eğilimlerle bağlantılı olduğu çok açık.

Diğer yarısının ise ‘yönetmek’ ile bağlantılı olduğunu düşünüyoruz. Daha doğrusu, yönetememek ile ilgili. Ekonomideki politikasızlığın getirdiği sonuçlar, siyasal krizlerle ve de çeşitli gerekçelerle olumsuzluğa dönüştükçe (örneğin borsada satışlar), bahaneyi köşe yazarlarının yazdığı yazılarda aramak pek doğru bir yol değil bizce.

Bu bir tarafa, Başbakan’ın konuşmasında ekonomiye ilişkin tanımlamalar oldukça dikkatimizi çekti. Başbakan Erdoğan konuşmasında, ‘ekonominin altüst edildiği’, ‘ekonomik dengelerin ne hale geldiği’ gibi, ekonomik betimlemeler kullanıyordu. Bunlara neden olanların da, köşe yazarları olduğunu söylüyordu. Dünyanın herhangi bir yerinde, ‘ekonominin altüst olması’ ya da ‘ekonomik dengelerin ne hale geldiği’ gibi tanımlamaların ardından söylenebilecek, açıklanabilecek tek olgu vardır; o da, yanlış ekonomi politikası ya da kötü yönetim.

Oysa 2002 seçimleri öncesinde; 2001 krizinin ardındaki temel nedenin yönetim krizi olduğunu anlatan da aynı Erdoğan’dı. O döneme ilişkin koyduğu bu tanı da çok yerindeydi.

Geçtiğimiz hafta borsadaki yüzde 6.7’lik düşüşün yarısı küresel borsalarla bağlantılı bir düşüş iken, diğer yarısının nedeni Ankara’daki siyasal gerginlik ortamıydı. Aslında İMKB’yi etkileyen boyutu, ortaya çıkan belirsizlik idi. ‘Ankara’da ne olduğu?’ soruluyordu. Örneğin kamuoyu, eski kuvvet komutanlarından bazılarının gözaltına alınmasının ardından, Başbakan yardımcılarından birinin Genel Kurmay’a gittiğini sonradan öğreniyor, bu ortaya çıktığında ise ‘Başbakana dönük hakaret içeren parolayı konuşmaya gidildiği’ yanıtı alınıyor.

Bunu, Genel Kurmay’ın ‘yürütülmekte olan bir soruşturma kapsamında ortaya çıkan ciddi durumu değerlendirmek üzere orgeneral ve oramirallerin katılımı ile toplantı yapıldığı’ açıklaması izliyordu.

Bu soruya yanıt bulamayan bazı yatırımcıların çözümü basittir; belirsizliğe karşı ellerinde olan aracı kullanmak, yani risk unsurunu elden çıkarmak,

satış yapmaktı! Eğer tek derdimiz borsanın düşmemesi ise belirsizliği sevmeyen piyasanın

varlığı hesaba katılarak, Ankara’daki krizin yönetilemediği söylenebilir.

İşin doğrusu, Başbakan Erdoğan’ın ardından dün Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın da benzer sözlerini okuyunca, ‘ekonomi madem bu kadar çok hassas bir sınırda, yazan-çizene kızmak yerine neden ciddiye alınabilecek bir ekonomi politikası tasarımı için harekete geçilmiyor?’ sorusu herkesin aklına gelmez mi? Bakan Arınç, “Zaten çok kritik olan ekonomik dengelerin, felaket tellallığı sayılabilecek yazılar, çiziler, yorumlar sebebiyle ekonominin zarar görmesi ihtimali sayın Başbakan’ı da şahsen beni de fevkalade üzüyor ve endişeye sevk ediyor” demiş.

Bu sözler, borsada yatırımı olan yerli-yabancı yatırımcıları tedirgin etmez mi? Yatırımcıların aklına şunlar gelmez mi? ‘Madem ekonomi çok kırılgan, madem bir köşe yazısı kadar pamuk ipliğine bağlı, madem ülkeyi yönetenler bu kadar endişe duyuyor ve öfkeye kapılıyorlar?

Yönetim hatalarına yenisi ekleniyor! Borsayı kimin düşürdüğünü hâlâ merak ediyor musunuz?
 
[Radikal Gazetesi] [01 Mart 2010]

EYLÜLDE SEÇİM VAR.. [Mehmet TEZKAN]

Başbakan kızacak ama ne yapayım bütün veriler ağustos veya eylül ayında seçim olacağını gösteriyor..

Gitmez!

Gitmeyebilir, Anayasa değişikliğine gideceğine göre, bu ayın sonunda Anayasa değişikliğini Meclis’e getireceğini söylediğine göre, ufukta seçim var demektir..

Seçime gitmez!

Bin kere söyledi..

Gitmez de hepimiz biliyoruz ki bu ortamda yapılacak referandum seçim demektir..

Seçim..

* * *

Kimse, Anayasa değişikliği ne getiriyor, ne götürüyor diye bakmaz.. İlgilenmez..

O referandum..

Anayasa oylamasından çıkar, AKP’ye ‘evet’, AKP’ye ‘hayır’ oylamasına dönüşür..

* * *

Belki de Başbakan 2012’nin provasını yapmak istiyordur..

Cumhurbaşkanlığı seçiminin..

Başkanlık adımının!..

Anayasa değişikliğinin getireceği referandum bunun da ipucunu verecektir..

* * *

(Özal bu yolu denedi..

1987 yılında referanduma gitti, kaybetti, daha da iflah olmadı..

Çünkü kendini oylattı..)

* * *

Başbakan’ın bu huyunu seviyorum.. Risk almaya bayılıyor.. Ya herrü ya merrü derler ya, aynen bunu yapıyor..

Zorluyor..

* * *

Şu da var..

Kafası atarsa önümüze çift sandık bile koyabilir..

Keşke koysa!..

* * *

Hadi hayırlısı..

En geç eylül ayında önümüze konulacak sandıkta Başbakan’ı oylayacağız..

Tamam mı

Devam mı diye..

* * *

Ne ilgisi var diye itiraz etmeyin.. Halkın algısına kulak verin..

[Milliyet Gazetesi] [01 Mart 2010]