25 Aralık 2009

Zor Dönemde Beğenilme Formülleri [Özlem AYDIN]


Yenilikçiliğin ve müşterinin iktidarı, son 10 yıla damgasını vurdu. Ve son 10 yılda şirketler yenilikçiliği ve müşteriyi baş tacı yaparak güce ulaştı. Hem dünyada hem Türkiye’de en beğenilen şirketler, genlerinde yenilikçilik, sorumluluk, müşteri-çalışan ve hissedar memnuniyeti taşıyanlar arasından çıkıyor. Bu yıl da kural değişmedi. Capital’in bu yıl 9’uncusunu düzenlediği “Türkiye’nin En Beğenilen Şirketleri” araştırmasına da “yenilikçilik” damgasını vurdu. Araştırmaya katılan 1.347 orta ve üst düzey yöneticiye göre kaliteli ürün sunan, tasarımcı ve yenilikçi şirketler, beğeni liginde ön sıralarda yer almayı hak etti. İlk 3’te yer alan Turkcell, Arçelik, Garanti Bankası ve Koç Holding kriz yılında da yenilikçilikten, müşteri ve çalışan memnuniyetinden, bilgi ve teknoloji yatırımlarından taviz vermedi. En beğenilenlerin sırları bu kadarla da kalmıyor. İşte en beğenilenlerin krizde itibarlarını korumalarının 8 temel sırrı…



1. Yenilikçi Kimliğe Devam
Beğeni liginin şampiyonu Turkcell, 2009 yılında da inovasyon yatırımlarıyla çığır açtı. Turkcell Genel Müdürü Süreyya Ciliv, 2009 yılında inovasyona yaptıkları yatırımlar hakkında şöyle konuşuyor:

“2009’da Türkiye’yi 3G teknolojisi ve mobil geniş bant hizmetiyle buluşturmak için sektöre öncülük ettik. Yenilikçi hizmet ve ürünleri ilk veya dünyayla eş zamanlı sunma tavrımızdan krize rağmen vazgeçmedik.”

Ciliv, yenilikçilik yatırımlarından vazgeçmek bir tarafa 2009’un ilk 9 ayında yatırımlarını bir önceki yıla göre artırdıklarını ve toplam rakamın 2 milyar TL’yi aştığını belirtiyor.

Yenilikçi kimliğiyle ön plana çıkan bir diğer şirket ise Eczacıbaşı Topluluğu oldu. 2009’da en beğenilen 6’ncı şirket olan Eczacıbaşı Topluluğu’nun CEO’su Erdal Karamercan, şirketin gündemindeki en öncelikli konunun inovasyon olduğunu ve bu nedenle organizasyonel yapılanmalarını da yeniden düzenlediklerini söylüyor. Bu düzenlemeyle CEO’ya doğrudan bağlı “İnovasyon Koordinatörlüğü” oluşturduklarını ifade ediyor. Şirket, 2009’da yaratıcı ve yenilikçi fikirlerin uygulamaya geçmesini teşvik etmek için mevcut öneri değerlendirme sistemlerini “İnocino” adını verdikleri tüm çalışanlara açık, tohum sermayesi ve proje finansmanı modellerini de içeren sistem altında topladı. Kuruluş inovasyon yatırımlarının sonuçlarını da alıyor. Şirket sağlık grubunda gelirlerinin yüzde 10’unu, yapı ürünlerinde yüzde 30-80’ini, kağıtta yüzde 20’sini ve kozmetikte yüzde 60’ını son 5 yılda piyasaya sürdüğü yeni ürün ve hizmetlerden elde etti.

Yenilikçi yönüyle öne çıkan Türk Telekom aynı zamanda Türkiye’nin en değerli markası. Türk Telekom CEO’su Paul Doany, “Grubumuz bünyesinde geliştirilen teknolojilerle müşterilerimizin hayatlarını kolaylaştırıyoruz. Altyapıya ve teknolojiye yaptığımız yatırımlara hız verirken müşteri odaklı ve yenilikçi ürün ve hizmetlerimizle de değer yaratmaya odaklanıyoruz.” diyor.

2. Globalleşme Atağı Sürdü
Yaşanan durgunluk dünya ekonomisinde daralmaya yol açtı. Bu nedenle de global ihaleler ya da projeler açısından 2009 çok hareketli bir yıl olarak geçmedi. Böyle bir ortama rağmen globalleşme fırsatlarını takip eden ve bu yönde adım atan şirketler, itibar kazanmaya devam etti.

Son yıllarda bu konuda öne çıkan şirketlerden Ülker, beğeni liginde, son 3 yıldır 8’inci sıradaki yerini koruyor. Yıldız Holding CFO’su Atilla Kurama, 2010’da da hem gıdada hem gıda dışında global fırsatlar peşinde olduklarını söylüyor. Kurama, “Gıda dışı alanlarda stratejik ortaklıklara, gıdada da global ortaklıklara sıcak bakıyoruz” diyor. Kurama, şöyle devam ediyor:

“Godiva’nın bize sağladığı global deneyim çok faydalı oldu. Godiva alındığında Campbell’in iştiraki gibiydi. Campbell ile yapılan anlaşmada 1 yıllık süre belirtilmesine rağmen Godiva, daha kısa zamanda kendi ayakları üzerinde durur hale geldi.”

Araştırmada bu yıl 5 basamak birden atlayan Borusan Holding de global fırsatları izlemeye devam ediyor. Borusan Holding CEO’su Agah Uğur, attıkları önemli adımları şöyle anlatıyor: “Önümüzdeki yıllarda ağırlık vermekte kararlı olduğumuz enerji iş kolunda Almanya’nın en büyük şirketlerinden biri olan EnBW ile ortak olduk. Yine 2009’da, dünyanın lider açık artırma şirketi Manheim ile ortaklığımız tam anlamıyla hayata geçti. Bu gelişmelerin tümü Borusan’ın küreselleşme yolunda önemli kilometre taşları oldu.”

Türk Telekom CEO’su Paul Doany ise Türk Telekom Grubu’nda yer alan teknoloji şirketlerini ihracat konusunda desteklediklerini belirtiyor. Doany, “Online eğitim yazılımımız Vitamin’in global bir ürün haline gelip farklı dillerde lanse edilmesi, Wirofon’un farklı ülkelerde uygulanması için çalışmaların yapılması, grubumuzda geliştirilen online oyun ve diğer yazılımların bölgede gördüğü ilgi, bizleri daha da büyük başarılar için heyecanlandırıyor” diyor.

3. Sorumluluklarının Farkındaydılar
2009’un en beğenilen şirketleri bir yandan maliyetlerle savaşırken diğer yandan kurumsal sosyal sorumluluk (KKS) projelerine devam ettiler. KSS’ye mola vermemiş olmamaları onların itibarlarını korumalarına da önemli katkı sağladı. Bu alanın Türkiye’deki öncü şirketlerden biri olan Sabancı Holding, böylece beğeni ligindeki 5’inciliğini de korumayı başardı. Sabancı Holding CEO’su Ahmet Dördüncü, “Sabancı Holding olarak sosyal sorumluluk çalışmalarımızı vakfımız aracılığıyla yürütüyoruz. Vakfımızın ana çalışma alanları ise, kadınlar, gençler ve engelliler. Bu kapsamda bu projeler 2009’da da hayata geçirildi ve sürdürüldü” diye konuşuyor.

36 yıldır spora, 21 yıldır sinema ve müziğe, 17 yıldır tiyatroya ve 14 yıldır turizme destek olan Efes Pilsen, sosyal sorumluluğa ve sponsorluklarına ara vermedi. Krize rağmen Doğu Anadolu Turizm Geliştirme Projesi, Efes Pilsen Turizm Eğitimleri Projesi, arkeolojik kazı sponsorlukları ve Efes ile İlk Adım Basketbol Okulları gibi sosyal sorumluluk projelerinde bütçe kısıntısına gitmedi. Beğenilen şirketler arasında yer almasında bu yönünün etkisi büyük idi.

Efes Bira Grubu Türkiye Bölge Başkanı Semih Maviş, “Anadolu Grubu’nun; ‘Bu topraklardan kazandığını yine bu topraklarla paylaşmak’ ilkesine gönülden bağlıyız. Gelecek yıllarda da, tüm sosyal paydaşlarımız nezdinde hayata değer katan, sosyal ve ekonomik kazanımlar sağlayan projelerimize devam edeceğiz” diyor.

Toplumdan aldığını topluma geri verme” ve “topluma değer katma” vizyonuyla, 2000 yılından bu yana sosyal sorumluluk projeleri geliştiren Turkcell de KSS projelerini hayata geçirmeye devam etti. 2009’da da yine 10 bin ‘Kardelen’e burs verdi. “Gönül Köprüsü” projesini sürdürdü. Turkcell Genel Müdürü Süreyya Ciliv, gençlere ücretsiz spor yapma olanağı sundukları “Geleceğe Koşanlar” projesininse 2009’da içeriğinin geliştirildiğini söylüyor. Turkcell bu kapsamda 11 ilde, 12–16 yaş arasındaki 160 yetenekli sporcu gence profesyonel eğitim desteği veriyor.

4. Yönetici Yetiştirenlerin Gücü
En beğenilen şirketler arasında “yönetici okulu” olarak adlandıran ve bu yönüyle beğeni toplayanlar da var. Bu tanıma en uygun şirketlerden olan Unilever’in Türkiye CEO’su İzzet Karaca, 2009’da da çalışanlarına her türlü mesleki ve yöneticilik eğitimlerini verdiklerini söylüyor. Bugün dünyanın her tarafında Unilever Türkiye’de yetişmiş veya çalışmış 51 orta ve üst kademe Türk yönetici görev yapıyor. Türkiye’de de birçok şirketin en üst kademelerinde, Unilever eğitimi almış yöneticilerin bulunduğunu belirten Karaca, “Unilever, emekli ve ayrılmış çalışanlarını bir araya getiren yani “Mezunlar Derneği” olan ender şirketlerdendir” diyor.

“İçeriden terfi” sistemiyle “Yönetici okulu” gibi çalışan P&G Türkiye, sadece Türk iş dünyasına değil, ülke dışına da yönetici transferi yapıyor. P&G Türkiye Yönetim Kurulu Başkanı Saffet Karpat, bugün genel müdür seviyesi de dahil olmak üzere bir çok farklı kademede ve ülkede 75 Türk yöneticisinin kariyerlerini başarıyla sürdürdüğünü ifade ediyor.

Turkcell Genel Müdürü Süreyya Ciliv ise her yıl kısa ve orta vadede terfi etmeye hazır olan çalışanları belirlediklerini ve onları yönetsel pozisyonlara hazırlayan yetenek gelişim programlarıyla desteklediklerini söylüyor. Ciliv, atamalarının yüzde 70–80’ini kurum içi yeteneklerle yapmayı hedeflediklerini belirtiyor.

Sabancı Holding CEO’su Ahmet Dördüncü de 1999 yılından bu yana uyguladıkları Sabancı Lider Takımı programına 156 yöneticinin katıldığını dile getiriyor. Dördüncü, bu kapsamda yetkinlikleri belirlenenleri 2009’da da 360 derece değerlendirmeye aldıklarını söylüyor.

5. Marka Yatırımları Hız Kesmedi
2009’un kriz yılı olması pazarlama bütçelerini de etkiledi. Şirketlerin önemli kısmı pazarlama bütçelerinde önemli kesintilere gitti. Reklam sektörünün yılı yüzde 30 daralmayla kapaması bekleniyor. İşte bu ortamda marka ve pazarlama yatırımlarından vazgeçmeyen şirketler itibarlarını koruma konusunda da avantaj elde etti.

Örneğin, P&G Türkiye Yönetim Kurulu Başkanı Saffet Karpat, pazarlama yatırımlarını ve lansmanları ertelemediklerini söylüyor. Karpat, son 2 yılda özellikle dijital ve sosyal medya alanlarındaki yatırımlarının yüzde 400 düzeyinde artarken, TV yatırımlarındaki artışın yüzde 10 olduğunu belirtiyor.

Marka yatırımına devam edenlerden Vestel, cirosunun yüzde 2’sini pazarlama harcamalarına ayırıyor. Vestel CEO’su Ömer Yüngül, “Krizde başarının anahtarı kesintisiz iletişim ve yenilikçilik. Bu düşünceden hareketle, kriz döneminde kurumsal itibarımızı korumak için iletişime yatırım yaptık” diye konuşuyor. Yüngül, pazarlama bütçelerinin yüzde 50’sinden fazlasını imaj kampanyalarına ayırdıklarını ve sektör çapında, imaj kampanyalarına en çok bütçe ayıran şirket olduklarını da belirtiyor.

Unilever Türkiye 2009’da Türkiye’nin en büyük reklam vereni oldu. Şirketin CEO’su İzzet Karaca, kurumsal itibar anlamında başarıyı getiren en önemli faktörün iletişimde süreklilik olduğunu söylüyor ve ekliyor:

“Kriz dönemlerinde genellikle ilk vazgeçilenlerden biri olan medya ve reklam yatırımlarını, bu yıl da tam hız devam ettirdik. Krize uygun daha ekonomik ürünler çıkartmaya önem verdik. Raflardaki ürün çeşidimizin, herkese ve her keseye hitap etmesine yönelik pazarlama ve satış stratejileri geliştirdik. Reklam ve marka yatırımlarında bütçemizi de rakiplere göre çok daha yüksek tuttuk.’

6. Şeffaflıkla Fark Yaratanlar
Kurumsal bilgilerin ve kamuya yapılan açıklamaların yatırımcılarla hızlı, eş zamanlı, şeffaf ve düzenli bir biçimde paylaşılması itibar konusunda şirketlere güç katıyor. Kriz döneminde, bu strateji daha da önem kazandı. En beğenilen şirketler de şeffaflığa son derece özel önem verdi.

Örneğin, Vestel CEO’su Ömer Yüngül, bilginin eş zamanlı, eşit ve düzenli olarak yatırımcılara ulaştırılması açısından web sitesinin çok önemli bir araç olduğunu düşünüyor. Bu kapsamda 2007 yılında SPK’nın Kurumsal Yönetim İlkeleri paralelinde yatırımcı ilişkileri web sitelerini revize ettiklerini söylüyor. Bu site aynı yıl ABD’li Interactive Media Awards adı verilen web/interaktif alanında uzman kurum ve kuruluşlara yönelik yarışmada, Standart of Excellence ödülüne layık görüldü.

Sabancı markasının her zaman itibarı en yüksek markalardan biri olduğunu ifade eden Sabancı Holding CEO’su Ahmet Dördüncü, bu itibarın kaynağının şeffaflık, özgünlük, halka yakınlık gibi öz değerleri olduğunu belirtiyor. Sadece kriz döneminde değil, her zaman paydaşlarıyla ilişkilerinde şeffaf, tutarlı ve iki yönlü iletişime önem verdiklerini söylüyor. Borusan Holding CEO’su Agah Uğur ise yatırımcı ve iş ortaklarıyla küresel kriz nedeniyle son derece yakın temas içinde olduklarını dile getiriyor. Uğur şöyle devam ediyor:

“2009’a adım attığımız günlerde kriz önlem paketlerinin olumlu sonuçlarını almaya başlamıştık. ArcelorMittal ve Caterpillar gibi kendi alanlarında küresel lider konumundaki iş ortaklarımız aldığımız bu önlemleri incelemek üzere şirket merkezimize temsilcilerini yolladı. Ve kriz yönetim metodolojimizi örnek aldılar. Bu da Borusan’ın bu ortaklıklardaki gücünün iyi birer örneğini oluşturdu.”

7. Sorunlar İş Ortaklarıyla Aşanlar
Türkiye’nin en beğenilen şirketleri, kriz yılında tedarikçileriyle ve bayileriyle iletişimlerini artırarak sorunları birlikte çözmeye ve aşmaya çalıştı. “Bir şirket için ekosisteme sahip olmak, vizyonunuz ve hedefleriniz doğrultusunda güvendiğiniz kurumlarla kader birliği yapmaktır” diye konuşan Microsoft Türkiye Genel Müdür Yardımcısı Mustafa Çağan, Microsoft’un dünya genelindeki bu yaklaşımını bu dönemde Türkiye’de de hakkıyla uyguladıklarını söylüyor. Çağan, bu kapsamda yapılanları şöyle anlatıyor:

“İş ortaklarımızın yetkinliklerini yükselten ‘Microsoft Gelişim Atölyesi’, KOBİ’lerle her fırsatta bir araya gelmemizi sağlayan ‘Hayırlı İşler Anadolu Turları’ ve Anadolu’daki iş ortaklarımızla KOBİ’lerimizi buluşturmayı hedefleyen ‘Gelecek İçin Bilişim’ gibi program ve etkinliklerimizle içinde bulunduğumuz zorlu dönemi en iyi şekilde değerlendirdik. Microsoft özellikle kriz döneminde dünya genelinde KOBİ’lere yönelik teknoloji ve hizmetler için yılda 6 milyar dolar yatırım yaptı. Türkiye’de bu rakamdan payını aldı.”

Turkcell Genel Müdürü Süreyya Ciliv ise bayilerini şirketin çalışanları ve en önemli iş ortakları olarak gördüklerini dile getiriyor. Krizde Turkcell bayileriyle her zamankinden de fazla birlikte, dayanışma içerisinde çalışarak iletişimlerini artırdıklarını söyleyen Ciliv, “Zor koşullarda gelirlerimizi büyütebilmiş olmamızın itici gücünün, ekosistemimiz ve bu ekosistemde çalışan tüm bireylerin gayret ve çabaları olduğunu gayet iyi biliyoruz” diye konuşuyor.

Yıldız Holding CFO’su Atilla Kurama da Ülker’in en güçlü yönlerinden birinin tedarikçi ve bayileriyle kurduğu ilişki olduğunu ifade ediyor ve devam ediyor: “Pek çoğu ile uzun yıllara dayanan iş ilişkimiz, irili ufaklı sayısız zorluğu birlikte atlatmamız karşılıklı güveni de beraberinde getirdi. Distribütörlerimiz ve bayilerimizle açık iletişimde olduk. Onları hem dünyadaki gelişmelerle hem şirketimizin aldığı önlemlerle ilgili olarak sürekli bilgilendirdik.”

8. İnsana Yatırımı Sürdürdüler
İtibarın en önemli yapı taşlarından biri nitelikli insan kaynağı yaratmak, geliştirmek ve onu her zaman en önemli sermaye olarak görmek olarak ifade ediliyor. Türkiye’nin en beğenilen şirketleri de daralan pazar koşullarına ve azalan iş hacimlerine rağmen insan kaynaklarını korumaya gayret etti. Krizde çalışana değer verdiğini gösteren en özel projelerden birini en beğenilen 3’üncü şirket olan Koç Holding gerçekleştirdi. Arçelik-LG, Türk Traktör ve Ford Otosan’ın dahil olduğu projede, çalışanların gönüllü olduğu bir programla istihdam fazlası olan şirketlerdeki çalışanlar bir süreliğine istihdam ihtiyacı olan grup şirketlerinde görev aldı. Bu uygulama ile çalışanların iş ve gelir kaybı önlendi. Bu kapsamda toplam 506 çalışan geçici süreyle Koç Holding’in farklı şirketlerinde görev aldı.

Borusan Holding CEO’su Agah Uğur da Borusan Akademi geliştirme programlarına ara vermediklerini belirtiyor. Uğur, insan kaynakları eğitim ve gelişim bütçelerinin 2009 yılında 1 milyon 209 bin dolar olarak gerçekleşeceğini söylerken 2010 yılında da Borusan Akademi’ye 1 milyon 965 bin dolarlık bir bütçe ayırdıklarını ifade ediyor. Toyota Genel Müdürü Tamer Ünlü, kriz döneminde büyük işçi çıkarımları yapan otomotiv sektörünün aksine kendilerinin hiç eleman çıkarmadıklarını dile getiriyor. Ünlü şöyle devam ediyor:

“Sadece sözleşmesi dolan geçici üretim elemanlarımızın yerine yeni eleman almadık. Bu şekilde azalan üretim ile çalışan sayısını dengeledik. Çalışanlarımızın mesleki ve kişisel gelişimlerine yönelik faaliyetlerimizi sürdürdük.”

2009’da yeni istihdam yaratanlar da oldu. Yıldız Holding 10 ayda toplam 709 kişi işe aldı. Garanti Bankası 500, Borusan Holding 279, Microsoft Türkiye 20 yeni istihdam yarattı. Sabancı Holding perakende, enerji ve finansal hizmetler alanlarında işe alımlar yaparken, Turkcell ise özellikle Erzurum ve Diyarbakır Global Bilgi Çağrı Merkezleri’nde istihdamı artırarak Doğu’ya yatırım yapmayı sürdürdü.

Araştırma Nasıl Yapıldı?
Capital’in gelenekselleşen “En Beğenilen Şirketler” araştırmasına, bu yıl 618 şirketten 1.347 orta ve üst düzey yönetici katıldı.

- Araştırma, profesyonel bir ekip tarafından hazırlanan detaylı bir anketin, yöneticilere iletilmesiyle başlıyor. Ankette yer alan “Türkiye’nin en beğendiğiniz şirketi hangisi” sorusu ise araştırmanın temelini oluşturuyor. Ankete katılan yöneticilerden, bu soruyu yanıtlarken tüm sektör ve şirketleri düşünerek cevap vermeleri isteniyor. Yöneticiler, kendi şirketlerinin ismini ise veremiyor. Alınan yanıtlar doğrultusunda ise “Türkiye’nin En Beğenilen İlk 20 Şirketi” oluşturuluyor.

- Yöneticilere, kendi sektörlerinde beğendikleri ilk 3 şirketin hangileri olduğu ve bu şirketleri beğenme nedenleri de soruluyor. Katılımcılar, bu soruyu cevaplarken de kendi şirketlerinin ismini veremiyor. Bu soruya verilen yanıtlar doğrultusunda ise 30 sektörün beğeni şampiyonları belirleniyor.

“Türkiye’nin En Beğenilen Şirketleri Araştırması”, şirketlerin profesyoneller tarafından nasıl algılandığını da ortaya koyuyor. Katılımcılardan en beğendikleri şirketi, 18 kriter bazında 1’den 10’a kadar uzanan bir skalada değerlendirmeleri isteniyor. Katılımcılar değerlendirme yaparken beğeni sebeplerini de kendi cümleleriyle açıklıyor.

Araştırmanın belkemiğini oluşturan anket formundaki tüm sorulara ise www.capital-best.com adresinden ulaşmak mümkün.

Ankete Katılanların Profili
Araştırmaya, Türkiye’nin önde gelen şirketlerinin başkan, başkan yardımcısı, ortak, genel müdür, genel müdür yardımcısı, yönetim kurulu üyeleri ve orta düzey yöneticileri katılabiliyor.

*Anket formunu doldurarak araştırmaya destek verenlerin profiline baktığımızda, 1.347 yöneticinin yüzde 20,7’sinin, üst düzey yönetici olduğu görülüyor. Üst düzey yöneticilerin ise yüzde 6,4’ü genel müdür, yüzde 6,4’ü genel müdür yardımcısı, yüzde 4,5’i başkan ve başkan yardımcısı, yüzde 1,6’sı ortak ve sahip, yüzde 1,8’i yönetim kurulu üyelerinden oluşuyor.

*Araştırmaya katılanların yüzde 66’sını 30-44 yaş arasındaki profesyoneller oluşturuyor. 20-30 yaşındakiler, örneklemden yüzde 7,3’lük, 45 yaş üstündekiler ise yüzde 24’lük pay alıyor. Yanıt veren yöneticiler arasında kadınların oranı yüzde 33’ü buluyor.

*Anketi yanıtlayan müdür pozisyonundaki orta düzey profesyonellerin oranı ise yüzde 64,2. Bu müdürlerin profiline baktığımızda yüzde 9,7’sinin insan kaynakları, yüzde 9,4’ünün pazarlama, yüzde 8,5’inin finans ve muhasebe, yüzde 7,1’inin satış, yüzde 2,7’sinin üretim, yüzde 2,7’sinin satın alma, yüzde 1,1’inin ürün/marka müdürü olduğu göze çarpıyor.

Yüzde 64,2’yi tamamlayan kalan kesim ise ürün geliştirme ve araştırma müdürü, kalite müdürü, lojistik müdürü ve eş değer konumlarda görev yapan yöneticilerden oluşuyor.

*Katılımcı yöneticilerin, şirketlerle ilgili algılarını belirleyen mecraların başında ise yüzde 54,1’lik oranla televizyon ilk sırada geliyor. Televizyonu yüzde 53,1 ile gazeteler, yüzde 37,6’yla yöneticilerin sektördeki arkadaşları ve yüzde 30,8’le ekonomi dergileri izliyor.



[Capital Dergisi] [Aralık 2009]

24 Aralık 2009

İktisat tartışmaları [Korkmaz İLKORUR]

2011’de ekonomimizin olası büyüme hızı üzerinde düşünmek beni bir ölçüde karamsar yapıyor. İki nedenle.
  • Birincisi, erkene alınmazsa 2011’de genel seçim var. Ayrıca izleyecek yılda da cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacak. 2007’deki seçim ortamı politik kutuplaşmayı artırmıştı. Kutuplaşma ekonomiye yaramıyor. Ekonomik birimler daha tedirgin oluyor; uzun dönemli planlarını erteliyorlar. Dolayısıyla talep normalde artacağı hızla artmıyor. Öte yandan, böyle bir ortamda yapısal reformlar ile uğraşılmıyor. Reformlar bir tarafa, kısa vadeli ekonomik politikaların tasarlanmasına bile yeteri kadar zaman ayrılmıyor.
  • İkinci nedenim ise ekonomik. Bu nedeni açabilmek için 2010 öngörülerimin arkasındaki nedenlere geri dönmem gerekiyor. Çeşitli senaryolar altında önümüzdeki yıla ilişkin büyüme ve işsizlik tahminlerini kasım ortasından itibaren bir dizi yazı ile verdim. Temel senaryoda büyüme hızı yüzde 3.8 4.9 arasında bir yerde çıkıyordu. Bu büyümenin üç temel belirleyicisi olacak: Bunların ilki ‘matematiksel’ bir unsur; 2010 büyüme hızını hesaplarken yaptığımız basit bölme işleminin paydasında yer alan 2009 milli gelirimizin çok düşük bir düzeyde olmasından kaynaklanıyor. Bu durumda 2010’da azıcık bir kıpırdanma bile, 2010’da büyümüşüz gibi hissettirecek bize. Peki, ‘kıpırdanma’ nasıl gerçekleşecek? Dış unsurlar bu açıdan belirleyici olacak. Dolayısıyla geriye kalan iki unsur dış koşullara ilişkin: Dış talep ihracatımızı şekillendirecek. Dışarıdan bulacağımız kaynak miktarına bağlı olarak şirketlerimizin üretim ve yatırım yapma kapasiteleri az ya da çok sınırlanacak.Dolayısıyla, büyük ölçüde dış unsurlara bağlı bir büyüme bekliyor bizi 2010’da. Elbette yurtiçindeki bankaların kredi açma davranışları, kamu kesiminin bütçesindeki gelişmeler ve ekonomiye duyulan güvendeki değişiklikler de etkileyecek 2010 büyümesini ve işsizlik oranını. Ancak, bunlar hem dışsal unsurlara göre arka planda kalacaklar, hem de kendileri bizatihi dışsal unsurlardaki gelişmeler tarafından şekillenecekler.Kısacası, 2010 açısından ekonomi politikası anlamında ‘pasif’ bir durum söz konusu. Daha çok 2007’den başlayarak 2009 sonuna doğru giderek artan bütçe açığını tekrar makul düzeylere çekmeye çalışacağız. Bu anlamda bir ‘pasiflik’ konusu değil. Ama bunun 2001 sonrasında olduğu gibi güveni artırarak ertelenmiş talebi devreye sokması ve büyümemizi hızlandırması beklenmez.

2010’daki büyümenin 2011’de artarak sürmesi için yeni bir ‘hikâyemiz’ olması gerekiyor.Bütçe disiplinini yeniden oluşturmak elbette zorunlu; ama bu o gereksindiğimiz hikâye değil. Hikâyenin sadece bir parçası. Hikâyenin asıl kısmı olmadığı için ekonomi politikası anlamında ‘pasif’ durumdayız. Peki, hikâyenin asıl kısmında neler olabilir?

  • Öncelikle yaklaşan seçimler de dikkate alınarak, bütçe disiplininin bozulmayacağı güvence altına alınmalı. Orta vadeli mali kural ve bu kurala ilişkin yasal bir uygulama çerçevesi gerekiyor. Bu birincisi. Odaklanmış bir yeni yapısal reform atağı gerekiyor. Türkiye’nin bu kadar düşük vergi geliri ile bir üst lige çıkması mümkün değil.
  • Vergi oranlarını yükseltmeden vergi gelirini artırıcı ve hiç olmazsa AB ortalamasına yaklaştıran bir reforma ihtiyaç var. Elbette bugünden yarına olmayacak, ama şimdiden hazırlıklara başlamak ve bu hazırlıkları kamuoyuna açıklamak gerekiyor. Bu ikincisi.Özellikle yoksullara daha çok gelir transferi yapmaya izin veren bir düzenleme üzerinde çalışılmalı.
  • Bu transferi gelişigüzel değil de ekonomi açısından ileride yarar getirecek şekilde gerçekleştirecek bir mekanizmaya ihtiyaç var. Çocuklarını okula gönderme koşulu, ya da beceri düzeylerini artırıcı kurslara kadınların katılmaları koşulu gibi koşullu mekanizmalar tasarlanabilir. Bu üçüncüsü.
  • Büyüme hızımızı dış talep koşullarına daha az duyarlı hale getirecek bir yeni yapı tasarlanmalı. Şüphesiz bunun üst başlığı sanayi politikası, ama şimdilik ihracatı destekleyici yeni bir mekanizma da olabilir. Biraz düşünmek gerekiyor. Bu da dördüncüsü.

[Radikal Gazetesi] [24 Aralık 2009]

23 Aralık 2009

Faizi yükselterek enflasyonu düşürme efsanesi-Bilmediği hapı yutan, sonunda hapı yutar. [Ege CANSEN]

AŞAĞIDA okuyacaklarınızı, bugüne kadar belki kırk defa yazdım. Önümüzdeki günlerde “faiz arttırma yoluyla enflasyonu düşürme veya engelleme” mekanizması yine yerli yersiz gündeme gelecektir. Bu sebeple bir toparlama yapmanın tam vaktidir.
1. Toplam talebin (tüketim ve yatırım) arzdan daha hızlı arttığı özellikle büyüme dönemlerinde, taleple arzı eşitleyen otomatik mekanizma, “fiyatlar genel düzeyinin” artmasıdır. Bu olaya genel olarak enflasyon denir. Enflasyonun göstergesi Tüketici Fiyatları Endeksi’dir.
2. Talep çekmesiyle ortaya çıkan enflasyonu dizginlemek veya düşürmek için merkez bankası faizi yükseltir. Faiz yükselmesi, yatırımcı için “sermaye maliyetini” (para sahibi için getiriyi) yükseltir. Bu yüzden düşük getirili yatırımlar yapılabilir (feasible) olmaktan çıkar. Yatırım harcamaları düşer. Tüketicilerin tasarruf eğilimi yükselir, tüketim talebi düşer. Kısaca toplam talep azalır ve fiyat artışı olmadan “arz-talep” denkliği sağlanır. Ekonomik büyüme yavaşlar veya durur.
3. Yukarıda yazılanlar, enflasyonun ortaya çıkışı ve önlenmesi sürecinin özel bir halini anlatmaktadır. Ancak iş bu kadar basit değildir. Enflasyonun birden fazla sebebi vardır ve mücadele çok daha karmaşıktır.
4. Enflasyon, “fiyatlar genel düzeyinin” bir dönem artması değil, sürekli artar hale gelmesidir. Enflasyon bir sarmal (spiral) dır. Yani bir defa başladımı, ondan sonra kendi kendini doğuran bir sürece dönüşür.
5. Gelişmiş ekonomilerde (ulusal parası döviz olan ülkeler) enflasyon, “ücret-fiyat” spiralinden doğar. Bu ülkelerde son olarak 1980 öncesinde yaşanan yüksek enflasyon ancak “ücret artışlarının frenlenmesiyle” durdurulabilmiştir. Bu dönemde grevler azalmış, sendikacılık zayıflamıştır.
6. Ücret artışlarını frenlemenin en zor olduğu sektör “devlet” yani kamu kesimidir. Bu nedenle 1980’den sonra tüm dünyada, kamu şirketleri ve hatta kamu hizmetlerinin önemli bir bölümü özelleştirilmiştir.
7. Kamunun ekonomiyi “ücret-fiyat” sarmalına sokmaması için alınan ikinci önemli önlem “kamu kesimi açıklarını” sınırlamaktır. Aksi takdirde siyasi iktidarlar “yüksek ücret-yüksek vergi-yüksek fiyat” kısır döngüsü yaratır.
8. Türkiye sınıfı ülkeler, paçalarını hem “ücret-fiyat” hem de “enflasyon-devalüasyon” sarmalına kaptırmıştır. Bu kısır döngüyü kırmak için parası döviz olmayan ülkelerde IMF “kur çapası” uygulatmıştır.(Bizde 2000’de)
9. Türkiye’de olduğu gibi “milli gelir artarken enflasyon düşmüşse”, bu başarının sebebi yüksek faiz değil, düşük kurdur. Bu ülkelerde enflasyon riski, faiz yükselterek ortadan kaldırılamaz. Yüksek faiz, morfindir. Enflasyonu önce uyutur, devalüasyonu geciktirir ve şokunu büyütür.Son Söz: Bilmediği hapı yutan, sonunda hapı yutar.
[Ege CANSEN] [23 Aralık 2009]

22 Aralık 2009

Süperlig [Yılmaz ÖZDİL]

Süperlig’de ilk yarı bitti. En flaş takım hangisi? Atletico Lorke.
*
Takunya United lider, bunlar ikinci... Aslında, Olimpic Lorke’ydi kulübün adı... Kandil İdmanyurdu’ndan santrfor transfer edip, sezon açılışını Habur’da kurulan seyyar statta yaptılar; sanki UEFA Kupası kazanmış gibi üstü açık otobüsle tur attılar.
*
Bismillah, daha ilk deplasmanda olaylar çıktı; milli takıma kombine bileti olan İzmir seyircisi sahaya indi, maç tatil edildi... Taraf’tar isimli spor gazetesi, “İzmirspor küme düşürülsün, Olimpic Lorke’ye 9 puan verilsin” manşeti attı.
*
FIFA’nın talimatı üzerine fikstürde değişiklik yapıldı, Olimpic Lorke’nin bundan böyle deplasmana gitmemesi, bütün maçlarını evinde oynaması, üç kornerinin bir penaltı sayılması kararlaştırıldı. Fikstür avantajını kullanan Olimpic Lorke, kiralık futbolculardan kurulu Club Liboj’u 21-0 yenerek, averajını düzeltti. Gollerin 18’ini Club Liboj kendi kalesine attı.
*
(Club Liboj’un maçı sattığı iddia edildi... “Bunlar para almış” diye rapor tutan hakem, çete iddiasıyla içeri alındı. Taraf’tar gazetesine demeç veren Club Liboj yöneticileri, “Biz namusumuzla top oynuyoruz, Takunya United’a da 42-0 yenilmiştik, ne var bunda?” dedi.)
*
Dinamo Altıok, her zamanki gibi şampiyonluk parolasıyla başladı. Ancak, bitirici vuruşlarda pek beceriksiz... En son Dersim derbisinde, sol açık Kemal, muz ortaya rövaşata çakayım derken, takım arkadaşı stoper Onur’un burnunu kırdı. Çok kritik üç puan kaybedildi.
*
Sporting Hareket desen, sağ açık Oktay’ın fuleli deparlarına rağmen, sıra takımı görüntüsünde... Maç öncesindeki ısınma hareketlerinde ip atlayarak tribünleri coşturuyorlar ama, kontratak yerine, kapalı defansla, beraberliğe razı bir görüntü çiziyorlar.
*
Bu karambolden faydalanan Olimpic Lorke, taktiği maktiği boşverdi, bol faullü, dan dun futbola başladı... Sahalarımızda görmek istemediğimiz sahneler yaşandı; rakip futbolcuları vurdu, stadı yaktı, soyunma odasının koridoruna mayın döşedi, tribünleri taradı... Neticede, Merkez Hakem Komitesi tarafından ligden atıldı... Buna rağmen, Federasyon Başkanı tarafından “fair play ödülü”ne layık görüldü!
*
E baktılar ki, Federasyon arkalarında... Olimpic Lorke tabelasını indirip, Atletico Lorke tabelasını astılar... Ama bir sorun vardı. Kaleci Ahmet’e yeşil sahalardan men cezası verildiği için, ilk 11 eksik kalmıştı... Aurelio’nun Türk yapılması taktiğiyle, Roberto Carlos’un Kürt yapılıp, kadroya alınması gündeme geldi. Ancak, İmralı’daki teknik direktör, “Ben Fener’den topçu almam, alacaksanız Keita’yı alın” dedi. Uzun pazarlıklar sonucunda, bonservisi elinde olan ve forma giyecek takım arayan amatör Ufuk’un sezon sonuna kadar kiralık oynamasına karar verildi.
*
Folluk bile olsa, küme düşürülmeyeceği kesinleşen Atletico Lorke’nin, ligi kaçıncı bitirirse bitirsin, Şampiyonlar Ligi’ne katılmasına kesin gözüyle bakılıyor. Bu sene, olmadı öbür sene, lisansı iptal edilen teknik direktörlerinin affedilmesi ve takımın başına geçmesi bekleniyor. Maçları Biji Türk’ten şifreli, yalaka televizyonlardan şifresiz yayınlanıyor.
[Hürriyet Gazetesi] [Aralık]

11 Aralık 2009

Ahali merak ediyor, nerde bu devlet? [Yılmaz ÖZDİL]

Başbakan, Meksika’da. TBMM Başkanı, İsveç’e gitti. Cumhurbaşkanı, Arnavutluk’ta.
*
TBMM Başkanımız İsveç’e gidince, Kayseri Milletvekilimiz Sadık Yakut, dün itibariyle TBMM Başkanımız oldu... E Cumhurbaşkanımız da Arnavutluk’a uçunca, TBMM Başkanımız İsveç’e uçtuğu için TBMM Başkanımız olan Kayseri Milletvekilimiz Sadık Yakut, hem TBMM Başkanlığımıza, hem Cumhurbaşkanlığımıza konmuş oldu.
*
Böylece Kayseri, Çankaya’yı kaptırmamış oldu. Başbakanlık ise, kısmen Manisa’ya geçti... Kısmen, çünkü, Başbakanımız ABD’ye geçip, oradan Meksika’ya geçince, Başbakanlık da Manisa Milletvekilimiz Bülent Arınç’a geçti, ancak, kendisi Manisalı değil.
Bursalı.
*
Washington Büyükelçimiz desen, Washington’da ama, Büyükelçi değil; istifa etti... Tokat’ta 7 askerimiz şehit edilirken de, Tokat Valimiz Tokat Vali’siydi ama, Tokat’ta değildi, İstanbul’daydı.
*
Başbakanımız Meksika’da olduğu için Dışişleri Bakanımızın Meksika’da olması normal, zaten Dışişleri Bakanımız milletvekili bile olmadığı için illa Ankara’da bulunmasının âlemi yok... Ancak, Avrupa Birliği’nden Sorumlu Başmüzakereci Bakanımız Egemen Bağış niye Meksika’da?
*
Hadi diyelim, Meksika, Almanya ile Avusturya arasında bir ülkedir... Peki Mustafa Demir niye Meksika’da? Şimdi diyeceksiniz ki, Mustafa Demir kim? Güzel kardeşim, sen seçmensin, aferin ama, Bayındırlık ve İskân Bakanın kim?
*
Ekonomiden Sorumlu Bakanımız Ali Babacan, Washington’dan Mexico’ya gitmedi, New York’a geçti, üç-beş gün orda... Analar ağlamasın hükümetinin Aileden Sorumlu Bakanı ile Sanayi Bakanımız, sanayisi pek meşhur olan Arnavutluk’ta... Devlet Bakanımız Zafer Çağlayan’ın ise, aslında Arnavutluk’a gitme gibi bir niyeti yoktu, yanlış anlaşılmasın, devleti temsilen devletin başındaki Cumhurbaşkanımıza eşlik ediyor.
*
(Bu arada, Yılmaz Özdil yok.
Japonya’ya gitti.
Yerine ben yazdım, idare edin.
Bild’den Ayla.)
[Hürriyet Gazetesi] [11 Aralık 2009]

Ekonomi krizden ağır ağır çıkıyor [Bahadır ÖZGÜR]


Türkiye ekonomisi üçüncü çeyrekte, yüzde 3,3 küçüldü. Sanayide kapasite kullanım oranı ise kasımda 2.2 puan azaldı. Veriler, ekonomide daralma sürse de Türkiye'nin kademeli bir toparlanma sürecine girdiğini gösteriyor.

Türkiye ekonomisi, 2009'un üçüncü çeyreğinde geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 3,3 küçüldü. Ekonomide daralma devam etse de yılın ilk 9 ayındaki performans, Türkiye'nin kademeli bir toparlanma sürecine girdiğini gösteriyor. Yılın ilk çeyreğinde daralma yüzde 14,7, ikinci çeyreğinde yüzde 7,9 olmuştu.
Toparlanma işaretleri sektörel bazda da dikkati çekiyor. Nitekim imalat sanayiinde 7.3, ticarette 8.2, ihracatta ise 5.5 puanlık düzelme yaşandı. Üretimin ağır adımlarla canlandığının bir diğer işareti de stok oldu. İlk iki çeyrekte sanayici KDV ve ÖTV indirimlerinin etkisiyle stoklarını tüketti. Üçüncü çeyrekteki stok artışı üretimdeki kıpırdanmayı teyit ediyor. Büyümenin talep kısmında ise özellikle iç talepte henüz etkili bir toparlanma görünmüyor.


İYİ İŞARETLER
1- İmalat sanayiinde ilk iki çeyreğe göre iyiye gidiş hızlandı. Üçüncü çeyrekte 7 puanlık toparlanma var.
2- İlk iki çeyrekte ekside olan stoklar üçüncü çeyrekte artıya geçti. Sanayici üretimi az da olsa artırdı.
3- İhracatta daralma azalıyor. İlk çeyrekte % 11,2, ikinci çeyrekte % 10,1 olan daralma son çeyrekte % 4,6.

KÖTÜ İŞARETLER
1- Hanehalkı tüketiminde toparlanma yavaş. Gıdada bile azalan harcamalar sadece elektrik, su ve gazda arttı.
2- Kamu yatırımı bıçak gibi kesildi. Yatırımda daralma 16 puan arttı. Buna karşılık harcamalar % 8,6 büyüdü.
3- KDV ve ÖTV indirimi ticareti canlandırdı ve 8 puanlık düzelme oldu. Ancak talebe dönük teşvikler kesildi.


Türkiye üçüncü çeyrekte yüzde 3,3 küçüldü. Geçen yıl aynı dönemde ekonomi yüzde 1 büyümüştü. 2008 ile kıyaslandığında ekonomideki daralma hala sürse de, birinci ve ikinci çeyreğe göre kademeli bir canlanmanın işaretleri de güçlendi. Yılın ilk çeyreğinde küçülme yüzde 14,7, ikinci çeyreğinde yüzde 7,9 olmuştu. Üçüncü çeyrekte imalat sanayiinde 7.3, ticarette 8.2, ihracatta 5.5 puanlık toparlanma gerçekleşti. Üretimdeki canlanma stoklara da yansıdı. KDV ve ÖTV'nin etkisiyle yılın ilk yarısında stoktan satış yapan sanayici üçüncü çeyrekte stok biriktirdi. Büyümenin talep ayağı ise hala aksıyor.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2009'un temmuz-ağustos-eylül aylarını kapsayan üçüncü çeyrek büyüme rakamlarını dün açıkladı. Ekonomi geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 3,3 daralırken, Türkiye 9 ayda yüzde 8,4 küçüldü. Ana sektörlerde de daralma devam etti. En fazla küçülme yüzde 18,1 ile inşaatta yaşandı. İnşaat bu performansıyla büyümeyi 0.99 puan aşağı çekti. Büyümeye olumsuz katkı yapan ikinci sektör ise ulaştırma ve haberleşme oldu. Bu sektör 0.95, yüzde 3,9 daralan imalat sanayii 0.85, yüzde 7,2 küçülen ticaret 0.87 puan büyümeyi aşağı çekti. Üçüncü çeyrekte büyümeye olumlu katkı sunan sektörlerin başında yine finans geldi. Finans sektörü yüzde 7,8 büyüme ile ekonomik gelişmeye 0.76 puan katkı sunarken, yüzde 2,7 büyüyen tarımın katkısı ise 0.41 puan oldu.

Ekonomide daralma geriledi
2008'in üçüncü çeyreği ile kıyaslandığında ekonomideki olumsuz tabloya rağmen, kriz dönemi göz önüne alındığında Türkiye ekonomisinin kademeli de olsa bir toparlanma sürecine girdiği görülüyor. İlk çeyrekte yüzde 14,7, ikinci çeyrekte yüzde 7,9 küçülen ekonominin üçüncü çeyrekte biraz daha ivme kazanmasıyla daralma yüzde 3,3'e kadar geriledi. Bu olumlu seyir üretimin ana dinamiği olan sektörlerin performansında da dikkati çekiyor. Özellikle birinci çeyrekte yüzde 26,3, ikinci çeyrekte yüzde 11,2 daralan toptan ticaret ve perakende sektörü üçüncü çeyrekte yüzde 7,2 daralma ile 8.2 puanlık bir düzelme yaşadı. Aynı şekilde bir önceki çeyrekte yüzde 11,2 küçülen imalat sanayiinde 7.3 puanlık toparlanma ile küçülme üçüncü çeyrekte yüzde 3,9'da kaldı. Ulaştırma ve haberleşmede de 5.3 puanlık bir iyileşme görülüyor. Büyümenin üretim ayağında hayal kırıklığı yaşanan sektörlerin başında ise inşaat geliyor. İnşaat sektörü krizin en şiddetli ayları olan ilk çeyrekte yüzde 18,9 daralmış, ikinci çeyrekte bu olumsuz gidişat sürmüş ve daralma yüzde 21,4 gibi rekor bir düzeyde gerçekleşmişti. Tüm sektörlerde önemli bir toparlanma eğilimi başlarken inşaat üçüncü çeyrekte yüzde 18,1 daralarak neredeyse kriz dalgalarının en güçlü dönemindeki kadar küçülmeye uğradı.

Stok artışı dikkat çekti
Üretimde çarkların yavaş da olsa dönmeye başladığının bir başka dikkate değer göstergesi ise stoklarda yaşanıyor. Stoklar 2008'in üçüncü çeyreğine göre az bir artış göstermesine karşın, birinci ve ikinçi çeyrekla kıyaslandığında bir hayli yükseldi. Bu da büyümeye pozitif katkı sunuyor. Yılın ilk çeyreğinde stoklar 1.8 milyar lira azalmıştı. İkinci çeyrekte azalma 994 milyon lirayı bulmuştu. Oysa üçüncü çeyrekte stoklar tekrar artmaya başladı ve 1.3 milyar liraya yükseldi. Yani yılın ilk iki çeyreğinde sanayici krizin şiddetiyle üretmeyip talebi stoklardan karşıladı. Bu stokların erimesinde özellikle iç talebi canlandırmaya yönelik otomotiv, beyaz eşya, mobilya ve elektronikteki ÖTV ve KDV indirimlerinin etkisi oldu. Üçüncü çeyrekte stokları tükenen sanayici üretime geçti ve büyümeye pozitif katkı sunacak stok artışı gerçekleşti.

İç talep hala aksıyor
Büyümenin talep kısmında ise özellikle iç talepte etkili bir toparlanma görülmese de canlanma sinyalleri alınıyor. Geçen yıl yüzde 1,3 azalan iç talebin belirleyici unsuru hanehalkı tüketimi, bu yıl yüzde 0,9 daraldı. Bir önceki çeyrekte vatandaşın tüketimindeki daralma ile yüzde 1,5'ti. Hanehalkının tüketiminin azalması büyümeyi 0.6 puan aşağı çekti. Vatandaşın asıl harcama kalemini vergi indirimlerinin yaşandığı ev aletleri ve mobilya oluşturdu. Dış talep ise ihracattaki artışa paralel olarak olumlu bir seyir izliyor. Nitekim ihracat üçüncü çeyrekte yüzde 4,6 daralmasına karşın, bir önceki çeyreğe göre 5.5 puanlık bir toparlanma görülüyor. Büyümenin harcama kısmında asıl dikkat çekici gelişme yatırımlarda yaşandı. Her ne kadar beklentilerin çok altında bir daralma yaşansa da özellikle doğrudan üretime dönük makine ve teçhizat yatırımlarında iyileşme var. İkinci çeyrekte yüzde 29,4 daralan yatırımlar, üçüncü çeyrekte yüzde 19,4 küçüldü. Dolayısıyla 10 puanlık bir iyileşme söz konusu. Yine de özel yatırımlar büyümeyi 3.5 puanla en fazla aşağı çeken kalem oldu. Makine ve teçhizat yatırımlarında ise yine 10 puanlık bir düzelme görülüyor.



ANALİSTLER NE DEDİ
EKONOMİDE KÜÇÜLME BİRAZ HIZ KESTİ
Fortis Bankası Ekonomisti Nilüfer Sezgin
Daralmanın bir kademe daha hız kestiğini görüyoruz. Vergi teşviki gibi önlemlerin etkisi ile yılın ikinci çeyreğinde özel tüketim harcamalarındaki daralma belirgin şekilde yavaşlamıştı. Bu çeyrekte ise bu kanaldan ek bir iyileşme gelmese de, gecikmeli etkileri ile artık stoklar için de üretimin yapıldığını görüyoruz. Diğer yandan, özel sektör yatırımlarında hala sert düşüş sürüyor.

TALEBİ VERGİ İNDİRİMİ TETİKLEDİ
Oyak Yatırım Ekonomisti Gülay Elif Girgin
Büyümede alt kalemlere bakıldığında sanayi üretiminin beklentilerin altında geldiğini görüyoruz. Üçüncü çeyrekte tarım önemli bir kalem ama ölçülebilmesi çok güç olduğu için yine revizyon bekliyoruz. Sanayi üretimi beklentilerden daha iyi geldiğinde ticaret ve ulaştırma tarafını da etkiliyor. Ulaştırma ve ticaretin iyi performans ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Vergi teşviki stokları eritti ve yeni üretime geçildi.

SON ÇEYREKTE YÜZDE 3 BÜYÜME BEKLENİYOR
Ekim ayında sanayi ve ihracatta yaşanan canlanma ve kasımda kapasite kullanım oranının Kurban bayramının etkisine rağmen yüzde 70,7 ile yüzde 70 sınırının altına düşmemesi, ekonomide dördüncü çeyrekte büyüme beklentilerini artırdı. İyimser ekonomistler dördüncü çeyrekte yüzde 3-3,5 seviyelerinde bir büyüme beklerken, temkinli ekonomistler ise yüzde 0 ile yüzde 1 civarında daralma beklediklerini belirtiyor. Yıllık daralma beklentisi ise yüzde 5,7-6 seviyelerinde değişiyor.


İMALAT
İmalat sanayii her çeyrekte daha iyi performans göstermeyi başardı. İlk çeyrekte yüzde 21,8 daralan imalat sanayii, ikinci çeyrekte 10.6 puanlık iyileşmeyle yüzde 11,2 oranında küçüldü. Üçüncü çeyrekte üretimdeki canlanmayla imalattaki daralma ikinci çeyreğe göre 7.3 puan iyileşerek yüzde 3,9'a geriledi.

DIŞ TİCARET
İhracat her çeyrek daha olumluya gitti. İlk çeyrekteki yüzde 11,2'lik daralma 2. çeyrekte % 10,1'e geriledi. Üçüncü çeyrekte ise 6 puanlık iyileşmeyle daralma % 4,6'ya düştü. İlk çeyrekte yüzde 31 daralarak büyümeye 9.56 puan pozitif katkı sağlayan ithalat ikinci çeyrekte yüzde 20,4, üçüncü çeyrekte % 11,9 azaldı.

TİCARET
İmalat sanayiindeki toparlanma ve vergi indirimlerinin etkisi ticarette de görüldü. İlk çeyrekte yüzde 26,3 daralan ticaret, ikinci çeyrekte yüzde 15,4 küçüldü. Üçüncü çeyrekte ikinci çeyreğe göre 8.2 puanlık iyileşme gösteren ticaretteki daralma yüzde 7,2'ye düştü. Ticaretin daralmaya etkisi de 0.87 puanda kaldı.

YATIRIMLAR
İlk iki çeyrekte yatırımlarda gaza basan kamu üçüncü çeyrekte frene bastı. İlk çeyrekte % 24,5, 2. çeyrekte % 5,4 artan yatırımlar 3. çeyrekte % 10,6 azaldı. Özel sektör yatırımlarındaki daralmanın ise hızı her çeyrekte azaldı. İlk çeyrekte yüzde 33,5, 2. çeyrekte 29,4 azalan yatırımlarda daralma yüzde 19,4'e düştü.

ULAŞTIRMA
Ulaştırma da imalattaki iyileşmeden nasibini aldı. İlk çeyrekte yüzde 17,7 daralan ulaştırma ikinci çeyrekte 5.5 puanlık iyileşmeyle yüzde 12,2, üçüncü çeyrekte 6 puanlık düzelmeyle yüzde 6,9 daraldı. Ulaştırmanın ekonomik büyümeye olumsuz etkisi de üçüncü çeyrekte 0.95 puana kadar geriledi.




SANAYİCİ NASIL DEĞERLENDİRDİ

ASO
NURETTİN ÖZDEBİR

DURUM ÇOK İÇ AÇICI DEĞİL
Ekonomide daralma hız kesti, ancak durumun çok iç açıcı değil. Daralmanın hız kesmesinde ÖTV-KDV indirimleriyle öne çekilen tüketim harcamalarının etkisini de hesaba katmak gerekiyor. İç talepteki daralma halen devam ediyor. Yatırım harcamalarındaki düşüş hız kesmekle birlikte hala çok yüksek seviyede. Yılın son çeyreğinde ÖTV-KDV indirimlerinin sona erdiği ve kamu harcamalarının kısılacağı dikkate alınırsa ekonomideki düzelmenin çok yavaş olacağını söylemek kötümserlik sayılmamalı.

TİM
MEHMET BÜYÜKEKŞİ
BÜYÜMENİN GELECEĞİ İHRACATTA
Daralma süreci büyük bir hızla yavaşlıyor. Ekim ve sonrasındaki ihracat ve üretim verileri, son çeyrekte ekonomide yüzde 1 civarında büyümeye geçilebileceğini gösteriyor. İmalat sanayiinde hızlı bir toparlanma yaşanmadan tam anlamıyla krizi geride bırakmamız zor görünüyor. Ekonomi yüzde 3,3 küçülürken mali sektör yüzde 8 büyüdü ve reel sektörün arkasında gerektiği kadar durmadılar. Ancak iç talep çok cılız, büyümenin geleceği ara malını yurtiçinden tedarik ederek artacak ihracattadır.

MÜSİAD
ÖMER CİHAD VARDAN
KRİZDEN ÇIKIŞ HIZIMIZ YÜKSEK
Veriler bize hızlı bir dibe girişten sonda hızlı bir çıkışın olduğunu gösteriyor. Çıkış hızımız yüksek. Bunun böyle devam etmesi halinde dördüncü çeyrekte sıfır ya da yüzde 1 gibi bir büyüme yakalanabilir. 2010 yılında büyüme ve istihdam artışında umut ışığı yakıldı. Toplamda da küçülme hızında gerileme var. İnşallah yıl sonu hedeflerini yakalayacağız. Üretimde daralma yaşanırken mali sektör büyüdü. Kârları artan mali sektör bunu bir şekilde reel sektöre korkusuzca vermesi gerekiyor.

EBSO
ENDER YORGANCILAR
ÇARKLAR YENİDEN DÖNÜYOR
Piyasadaki stokların erimesi ve aylardan beri durgun olan talebin biraz da olsa canlanmasıyla çarklar yeniden dönmeye başladı. Geçen yılın aynı dönemi krizin en etkili olduğu dönemdi. Bu kötü dönemle bu yılı karşılaştırdığımızda rakam büyük gelebilir. Ancak 2007'ye göre gerideyiz. Toparlanmayla beraber üretimin devam edeceğini, istihdamın artacağını görmek güzel. Sistemin çalıştığını ve piyasa hareketliliğini, şehirlerarası yollarda yük taşıyan araçların arttığını görmek istiyoruz.

MALİYE BAKANI
MEHMET ŞİMŞEK
ASIL ÇIKIŞ 2010'DA OLACAK
Ekonomide dibi mart ayında bulduk. Birinci çeyrek Türk ekonomisinde dibin bulunduğu noktadır. Ondan sonra sürekli göreceli bir iyileşme görülüyor. Son çeyrekle ilgili çok olumlu işaretler var. 1-2 aylık rakamlara bakıp (herşey yolunda büyümeye döndük) demiyorum. Ama dördüncü çeyrekte ekonomide gözle görülür bir iyileşme söz konusu. İhracat artıyor. Aralıkta bu kendini daha iyi gösterecek, kredi hacminde genişleme var, enerji tüketimi artıyor. Ama 2007'ye dönüş bir miktar zaman alacak. Ekonomi 2010 yılının ilk çeyreğinden itibaren çıkışını çok daha güçlü şekilde gösterecek.

ASKON
MUSTAFA KOCA
HÜKÜMET DAHA CESUR OLMALI
Büyümede açıklanacak her rakam geçen yıla göre daha iyi gelecek. Zira krizden çıkış istikametindeki eğri her geçen gün olumlu istikamette seyretmeye devam ediyor. Dördüncü çeyreğin 40 günü de geride bıraktık. Bu aylarda meydana gelen imalat sanayiideki artış dördüncü çeyrekte beklenenin üzerinde bir umut artışına sebep oldu. şimdiden sonraki gelişmeler, gerçekten krizden hızlı çıkışı sağlayıcı nitelikte olmalı. Hükümetten de daha cesur olmasını bekliyoruz. Dördüncü çeyrek artıya geçerse, bu ümitler de iyice sağlamlaşmış olur.
[Referans Gazetesi] [11 Aralık 2009]

08 Aralık 2009

İklim Konferansı’nda olacaklara dikkat [Yalçın BAYER]

İklim Konferansı’nda olacaklara dikkat. Amaç bilimsellik değil, gelişmekte olan ülkelerin yükselmesini durdurmak
7-18 Aralık tarihleri arasında Kopenhag’da 100 devlet ve hükümet başkanının katılımıyla 199 ülkenin buluşacağı dünya iklim konferansı basın kuruluşlarımızın ilgilenmemesi yüzünden kamuoyunca bilinmemektedir.
Bu konferansta Türkiye’yi Başbakan Erdoğan’la Çevre Bakanı Veysel Eroğlu temsil edecek. Amaç 1997 yılında imzalanan ve süresi 2012 yılında dolacak karbondioksit (CO2) miktarının atmosferde 370 ppm (milyonda bir) indirecek ‘Kyoto Protokolü’ yerine geçecek yeni bir anlaşmanın imzalanmasını sağlamaktır. Dünyadaki küresel ısınmanın, CO2 gazı miktarının atmosferde birikerek, sera etkisi yapmasıyla dünyada sıcaklığın 2-6 derece arttığı teorisinden kaynaklanmaktadır. Dünyada bilim adamlarının % 97’si bu teoriyi kabul etmekte ise de % 3’ü buna inanmamaktadır.
Ben de bu inanmayanlardanım. Çünkü, dünya 28.000 yılda bir ısınıp soğumakta, buzul çağları yaşamakta veya ısınmaktadır. Dünyanın eliptik yörüngesi değişmekte; dünyaya gelen ısı artıp azalmaktadır. Kaldı ki, güneşteki patlamalar fazla ısınmaya sebep olmaktadır. Konuyu kurcalayanlar daha çok hukukçu, politikacı, işadamı gibi kimselerdir. Artık Batı ve Doğu’da bu teoriye inanmayanların sayısı % 50’ye doğru tırmanmaktadır. Çünkü estirilmek istenen, dünya yok oluyor, herkes elinden geleni yapsın havasıdır. Nitekim, ABD 2020 yılında emisyon miktarını % 17, Çin % 30, AB % 30 oranında azaltmaya söz vermişlerdir. Atmosfere en çok CO2 salan ülkeler bu ülkeler olup, demir-çelik, çimento, otomotiv, kimya gibi kirli teknolojileri kalkınan ülkelere çıkarıp, kendileri elektrikli otomobil, rüzgâr ve güneş gibi yeşil enerjiye geçmeyi planlamaktadırlar. Amaç eskiyen Batı’nın, yükselen Çin, Hindistan, Türkiye, Meksika ve Brezilya gibi ülkelerin kalkınmalarını kıskanarak, bu devletlerin kalkınmalarını yavaşlatmaktır. Bu anlaşmayla örneğin siz kömürle çalışan bir elektrik santralı kurmak yerine GSMH’nizin % 1’ini (Türkiye’nin yılda 7 milyar doları) mevcut santrallarınızı yeşil santrallara çevireceksiniz. Bu para nerede? Dünya için gerekli paranın 1 trilyon dolar olduğu hesaplanmaktadır. Böylece bu parayı bir yolla gelişmekte olan ülkelerden almak istemektedirler. ABD Başkanı Obama’nın yeşil teknolojiler söyleminin anlamı budur. Vaziyeti çakan Çin, Hindistan gibi ülkeler, rüzgâr türbinlerini, güneş panellerini üreterek Batılılara rest çekmişler ve onların tesislerini yapmayı önermektedirler. Kaldı ki yeşil enerji denilen rüzgâr, güneş enerjileri teknolojileri henüz emekleme dönemindedir. Ayrıca ‘karbon kotası’ icat ederek petrol, kömür üreten S. Arabistan, Avustralya gibi ülkelerden ton CO2 başına 20 dolar ücret alacaklardır. Tam fırıldak!..
Sonuçta bu konferanstan bir şey çıkacak olmayıp, çevreciler ve politikacılar şov yapacaklardır.
Aslan ÖZMEN-Y. Mühendis

HÜRRİYET GAZETESİ] [08 ARALIK 2009

02 Aralık 2009

Türkiye'de 11.9 milyon yoksul var

ANKARA - Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), ''2008 Yoksulluk Çalışması Sonuçlarını'' açıkladı.

Buna göre, Türkiye'de geçen yıl fertlerin yaklaşık yüzde 0,54'ü yani 374 bin kişi sadece gıda harcamalarını içeren açlık sınırının, yüzde 17,11'i yani 11 milyon 933 bin kişi ise gıda ve gıda dışı harcamaları içeren yoksulluk sınırının altında yaşıyor.

Kişi başı günlük harcaması, satınalma gücü paritesine göre 1 doların altında kalan fert bulunmuyor. Buna karşın satınalma gücü paritesine göre kişi başı günlük 2,15 dolar olarak tanımlanan yoksulluk sınırı altında bulunan fert oranı yüzde 0,47. Yoksulluk sınırı 4,3 dolar olduğunda yoksul fert oranı ise yüzde 6,83 olarak tahmin edildi.
2007 yılında yüzde 0,48 olarak tahmin edilen açlık sınırının altında yaşayan fert oranı, 2008 yılında yüzde 0,54'e yükselirken, yoksul fert oranı ise yüzde 17,79'dan yüzde 17,11'e geriledi. Geçen yıl, 4 kişilik hanenin aylık açlık sınırı 275 lira, aylık yoksulluk sınırı ise 767 lira olarak tahmin edildi.

Kırsal yerleşim yerlerinde yaşayanlarda 2007 yılında yüzde 34,80 olan yoksulluk oranı 2008 yılında yüzde 34,62'ye, kentsel yerlerde yaşayanların yoksulluk oranı da yüzde 10,36'dan yüzde 9,38'e düştü.

HANEHALKI BÜYÜDÜKÇE YOKSULLUK RİSKİ ARTIYOR
2008 yılında hanehalkı büyüklüğü 3 veya 4 kişi olan hanelerde bulunan fertlerin yoksulluk oranı yüzde 8,48 olurken, 7 ve daha fazla olan hanelerde fertlerin yoksulluk oranı yüzde 38,20 olarak hesaplandı. 7 ve daha fazla kişiden oluşan hanelerden kentsel yerlerde oturanlar için yoksulluk riski yüzde 26,95 iken, kırsal yerlerde bu oran yüzde 54,03 olarak belirlendi.

Hanehalkı türüne göre çocuklu çekirdek ailede bulunan fertlerin yoksulluk oranı yüzde 15,42 olurken, çocuksuz çekirdek ailelerdeki fertlerde bu oran yüzde 8,76'ya düşüyor. Ataerkil veya geniş ailelerdeki fertler için yoksulluk oranı ise yüzde 21,79 olarak tahmin edildi. Kentsel yerlerde çocuklu çekirdek ailede yaşayan fertlerin yoksulluk riski yüzde 9,14 iken kırsal yerlerde bu oran yüzde 33,77 oldu.

2008 yılında ücretli-maaşlı çalışanlarda yoksulluk oranı yüzde 5,93 iken, yevmiyeli çalışanlarda bu oran yüzde 28,56, işverenlerde yüzde 1,87, kendi hesabına çalışanlarda yüzde 24,10 ve ücretsiz aile işçisi olanlarda ise yüzde 32,03 oldu.

EN BÜYÜK RİSK TARIMDA
En yüksek yoksulluk riskine sahip olan tarım sektöründe çalışanlarda yoksulluk oranı 2007 yılında yüzde 32,05 iken, 2008 yılında yüzde 37,97 olarak tahmin edildi.

Sanayi sektöründe çalışanlarda 2008 yılında yoksulluk oranı yüzde 9,71 olarak hesaplanırken, bu oran hizmet sektöründe çalışanlarda yüzde 6,82 oldu. 2008 yılında ekonomik olarak aktif olmayan fertlerin yoksulluk oranı yüzde 13,73 iken, iş arayan fertlerin yoksulluk oranı yüzde 17,78 olarak belirlendi.

2008 yılında okur-yazar olmayanlarda yoksulluk oranı yüzde 39,59 olurken, ilkokul mezunlarında bu oran yüzde 13,44, lise ve dengi meslek okulları mezunlarında yüzde 5,64, yüksek okul, fakülte ve üstü mezuniyete sahip fertlerde yüzde 0,71 oldu.
İlköğretime başlamamış olan 6 yaşından küçük çocukların yoksulluk riski ise yüzde 22,53 olarak hesaplandı.

Çalışmada, hanehalkı bütçe araştırması sonuçlarının, en güncel nüfus projeksiyonlarına göre ağırlıklandırıldığı belirtildi. 2009 yılına kadar, sözü edilen nüfus projeksiyonlarının genel nüfus sayımı sonuçlarına dayalı olarak hesaplandığı, 2007 yılında ise Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi'nin (ADNKS) kurulduğu hatırlatıldı.

ADNKS veritabanından elde edilen yaş ve cinsiyet yapısı ile nüfusun yerleşim yerine göre dağılımında nüfus sayımlarına göre önemli dağılım farklılıkları bulunduğu belirtilerek, bu doğrultuda en güncel nüfus bilgilerinin elde edildiği bu sistemdeki bilgiler kullanılarak nüfus projeksiyonlarının üretilmesine başlandığı, ulusal ve bölgesel düzeyde nüfus projeksiyonlarının yenilendiği kaydedildi.

2008 Yoksulluk Çalışması'nda da, 2008 Hanehalkı Bütçe Araştırmasından elde edilen yoksulluk göstergeleriyle yeni nüfus projeksiyonlarına göre revize edilmiş 2007 yoksulluk göstergelerine yer verildi.

01 Aralık 2009

Ekonomi otomatik pilottan çıktı, böyle oldu [Erdal SAĞLAM]

Kriz sırasında “teğet geçti-geçmedi” diye biraz tartışıldı daha sonra yine unutuldu. Hükümetin kriz sırasında yaptığı hemen hemen tek önemli şey de, bir süreliğine vergi indirimleri uygulayıp daha sonra kaldırmak oldu. Merkez Bankası elinden gelen desteği verdi, bunu hükümetin devam ettirmesi gerekiyordu. Ama hükümet gerekli adımları atmadığı, mali disipline bir türlü geçemediği için Merkez Bankası da artık yavaş yavaş tıkanmaya başladı.Hele son sıralarda ekonomiyi hiç konuşmaz olduk. Özellikle önümüzdeki dönem risklerine ilişkin söz söyleyenlere, alınması gereken tedbirleri yazanlara, dışarıda alınan önlemleri yazanlara bile kötü gözle bakılır oldu. Öyle olunca da “ekonomide hiç sorun yokmuş” havasına herkes kendini kaptırdı, çoğu yazar uyumlu yolu seçip eleştiri yazmaz oldu. Bir kaderciliktir aldı başını gidiyor ama bakalım sonu ne olacak?..Halbuki, bankacılık sisteminin sağlamlığını da kullanıp, Türkiye’nin bu dönemde öne çıkma imkanı bir hayli fazlaydı. Bunun yerine rüzgarın önünde başımıza geleceklere razı olup bekleyip duruyoruz. Bir şey yapmadan beklemenin bedelinin düşük büyüme olacağı kesin. Sadece bu da değil, önümüzdeki dönem ekonomilerde iyileşme başladığında da bizim geride kalma ihtimalimiz arttı. Çünkü son iki yılda, yani kriz döneminde, önemli ekonomik gerilemeler yaşadığımız yetmediği gibi, borcunu en fazla artıran ülkelerin başına oturduk. İyileşme başladığında, yani yeniden fon akışları hızlandığında, bu kez yine nal toplayacağız...Bu fırsatı kullanamamamızın en büyük nedeni, hükümetin, daha doğru su Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ekonomiyi tümüyle gündemden çıkarması. Bir düşünün; IMF ile anlaşma sırasında yani ekonominin otomatik pilota bağlandığı sıralarda ekonomide alınan önemli kararlardan sonra, son iki yılda, yani top tümüyle hükümetin eline geçtiğinde, ciddi bir ekonomik karar, yapısal tedbir filan alındı mı? Oysa, herkes biliyor ki; ciddi tedbir gerektiren birçok sorun ortada duruyor, el atılmayı bekliyor...Bu konuda ekonomi yönetiminin uyarılar yaptığını biliyoruz ama Başbakan kimseyi dinlemiyor, o istemediği için de ekonomi gündeme bir türlü gelemiyor.
DUBAİ VE ARDINDAN GELECEKLER
Son çıkan Dubai krizi için birçok yorum yapılıyor. Dün Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in bu kriz için küçümseyen sözler ettiğini okumuş ve eleştirmiştik. Şimşek ajanslara düşen yorumu için düzeltme geçmiş, genel olarak ekonominin bu tip sorunlara karşı daha dayanıklı olduğunu söylemiş. O nedenle Şimşek’e ilişkin eleştirimizi biz de düzeltiyoruz. Ancak kimsenin şüphesi olmasın ki; Dubai ya da bundan sonra çıkacak bu tür krizler, sorunlar karşısında yine kaderci, bize bir şey olmaz şeklindeki genel tavır devam edecektir.Dubai’nin bizi çok etkileyeceğini sanmıyorum, biraz düzeltemeler yaşanıp durulabilir. Ancak Dubai’nin ispatladığı bir gerçek; bu tip krizler in önümüzdeki yıllar boyunca devam edeceği oldu. Her seferinde toparlanma trendine bir darbe gelecek. Dubai etkilemez ama bunun tetikleyeceği örneğin Yunanistan, İrlanda, hatta Belçika bankacılık sistemine ilişkin krizler de mi bizi etkilemeyecek? Saydığımız krizler hemen yarın olmayacak ama Dubai’de olduğu gibi, bu saydığımız ülkelere ilişkin krizler için de bir birikim yaşanıyor ve sonunda patlıyor...Yani dünya ekonomisi yeni bir dip görmese de, küçük hatta orta boy spazmlar, travmalar yaşamaya devam edecek ve bu sıkıntılı süreç, belli ki 3-4 yıla yayılacak...Bu süreçte elimize geçen fırsatı kullansaydık, ciddi biçimde öne çıkabilir, büyüme oranımızı bir hayli artırıp, halkın krizden gördüğü zararı azaltabilirdik ama yapamadık... Tüm dünyada işler yeniden sıkıştığında, örneğin 2 yıldır oyaladığımız IMF’e gidip “hadi anlaşma yapalım” desek, IMF’in bu kadar toleranslı olmayacağı acaba aklımıza geliyor mu?
[Hürriyet Gazetesi] [01 Aralık 2009]

17 Kasım 2009

Rektörden Ata'ya ilginç mektup [Radikal Gazetesi]

DENİZLİ - Pamukkale Üniversitesi (PAÜ) Rektörü Prof.Dr. Fazıl Necdet Ardıç’ın, Atatürk’e ölümünün 71'inci yıldönümü dolayısıyla yazdığı mektupta ilginç ifadeler yer aldı. Tersname şeklindeki mektubuyla önce şaşırtan, ardından eleştirilerini sıralayan Prof. Dr. Ardıç, öğrencileri tarafından uzun süre ayakta alkışlandı. Pamukkale Üniversitesi’ndeki Atatürk’ü anma törenlerine Rektör Prof. Dr. Fazıl Necdet Ardıç’ın yazıp öğrencilerine okuduğu mektup damgasını vurdu.
“Değerli büyüğümüz, liderimiz, sevgili atamız; bugün sen doğalı 128, Cumhuriyet kurulalı 86, seni kaybedeli 71 sene oldu” diye başlayan mektupta, şu ifadeler yer aldı: “Geçen senelerde çok çalıştık, hiç durmadık. Vatanımız güllük gülistanlık. Her köşesini demir ağlarla ördük. Çevremizdeki komşularımızla oluşturduğumuz barış çemberi devam ediyor. Emperyalist güçler hala bize diş geçiremediler. Madenlerimizin hepsini bulduk, ekonomimize kazandırdık. Osmanlı Bankasından aldığımız dersle milli bankalarımızı koruyoruz. Türk sermaye birikimi zorlukla oluştu, fabrikalar kurdu, onların yüzyıllık fırsatçı uluslararası sermaye önünde ezilmemesine dikkat ediyoruz. Bilim adamlarımızın geliştirdiği yeni ürünlerle dünyanın her yerinde aranan mamülleri üretiyoruz. Bu yüzden işçilerimiz refah içinde ve mutlu. O çok önem verdiğin eğitim sistemimiz süper, bırak okuma-yazma bilmeyen kalmamasını herkese fırsat eşitliği, kaliteli eğitim, uzmanlaşma en üst düzeyde. Toplumun eğitim düzeyi yüksek, boş zamanlarında herkesin elinde bir kitap! Güzel sanatlar ve spor hayatımızın içinde, herkesin ilgilendiği bir uğraşısı var. Her şehirde tiyatrolarımız, sanat gruplarımız hem halkımızı devamlı eğitiyor, hem de sosyal ortamlar sağlıyorlar. Hele kütüphanelerimizi görmeni isterdik. Çiftçimiz her zamanki gibi baştacımız, köyde olmak eğitimsiz olmak anlamına gelmiyor. Kendi tarlalarımızda kendimize yeterli olmak için çok çalışıyoruz. Milletimizin birliği, ortak dilimiz sayesinde pekişti. Devletin parası hepimizin ortak varlığı, yokluk günlerini unutmadık, çok titiz bir şekilde harcanıyor. Borçlarımızın hepsinden kurtulduk, hatta bazı ülkelere boyunduruk altına girmesin özgür kalabilsin diye borç bile verebiliyoruz. Halkımızın maneviyatı sağlam, istediği gibi ibadetini yapıyor, kimsenin kulu değil, çünkü dininin kurallarını Türkçe öğreniyor, ibadetini Türkçe yapıyor. Bu konuda fırsat olmayınca, onları kandıracak ruhban sınıfı da kalmadı. Kurduğun tarih kurumları sayesinde, kendi tarihimizi hem materyalist çıkarcı batı bakışından, hem İslamik Arap emperyalizminden, hem tek yanlı kindar Çin söylemlerinden kurtardık.”
-SENİ DANSÖZ GİBİ PASTADAN ÇIKARIYORLAR-
Bu ifadeler törendeki öğrencilerde şaşkınlık yaratırken, Rektör Ardıç, mektubuna şöyle devam etti: “Değerli Atam, Lütfen kızma, seninle eğlendiğimizi düşünme. Senin zaten gerçekleri bildiğini biliyoruz. Bütün bunları; 71 yıldır atılan o gösterişli, ağlak nutuklardan, samimiyetsiz törenlerden sıkılmışsındır, mektubun girişinde seni birazcık gülümsetebilir miyiz diye yazdık. Çünkü senden hatıra kalan resimlerdeki o içten tebessüm sana çok yakışıyor. Doğrusunu istersen, senin gibi liderler artık bu günlerde pek muteber sayılmıyor. Seni bekarlık partilerindeki dansözler gibi pastadan çıkarıyorlar. Açık konuşmak, düşünmek, yorulmadan çalışmak değer kaybetti. Artık fikir tartışmaları bile farklılaştı, halkın kimin ne demek istediğini anlamasına imkan yok. Toplum mühendisliği öyle gelişti ki, artık tutarlılığa bile gerek kalmadı. Öyleki fikrin başlığı, sloganı ve içeriği tamamen farklı olabiliyor. Barış isteyerek savaş, birlik isteyerek ayrılık, eşitlik isteyerek sömürü, demokrasi isteyerek baskı kolayca yapılandırılabiliyor. Ama sen bunların olacağını zaten biliyordun. Bize nelerle karşılabileceğimizi açıkça söylemiştin. ‘Ey Türk Gençliği’ diyen sesin hala kulaklarımızda. Gençken bu hitabeyi her okuyuşumuzda hepimiz içimizden ‘üzerimize düşeni yaparız elbet’ demiştik. Şu anda kaçımızın hala aynı fikirde olduğunu tahmin etmek biraz zor. Neyse! Senin ideallerine inanan, seni putlaştırmamış, her olayı bilimin penceresinden değerlendiren bizler buradayız. Eskisi kadar çok değiliz. Senin gösterdiğin yolun değil de senin yarattığın gücün etrafında toplananların hepsi yolda döküldü. Kimisi paranın gücüne, kimisi iktidar nimetlerine dayanamadı. Kimisi dünyada popüler olmayı, ülkesinde onuruyla yaşamaya yeğ tuttu. Kimisi korktu. Anlık rüşvetleri, çocuklarının geleceğine tercih etti. Kimisi hümanist kesildi. Tarihin neden tekerrür ettiğini unutup, ülkesine başkasının gözlükleriyle bakmaya başladı. Kimisi sivil toplum örgütçüsü oldu. Parayla fikir ithalatçılığı yaptı. Kimisi kendine iktidar alanı açmak için, bugüne kadar bu ülkeyi yüzlerce kere dolandırmış kişilerle işbirliği yapıp, onları idare edebileceğini sandı.
-ŞİKAYET EDİYORUZ DİYE DÜŞÜNME-
Ama hepsinin vicdanı, 128 yıl önce doğan senin görüşlerinin, günümüzde de hala geçerli olmasını kaldıramadığından, bütün yapılanların senin görüşlerine uygun olduğunu anlatmak için neler uyduruyorlar neler, yaratıcılıkta sınır yok, keşke görebilseydin. Artık yolumuza onlarsız devam ediyoruz. Bu anlattıklarımı sakın bir şikayet veya bir çaresizlik ifadesi olarak düşünme. Sadece bize gerçekleri görmeyi, ona göre politikalar üretmeyi, kendine ve milletine güvenerek onurlu davranmayı sen öğrettin. Sen aramızdan ayrıldıktan sonra ulusal hedeflerimize konsantrasyonumuzu kaybettik, birbirimizle uğraştık, küçük kurnazlıklarla vakit kaybettik, düşmanlarımızın ülkemizin planlarına müdahil olmasına izin verdik. Kişisel çıkarlarını siyaset diye yutturanlarla, milleti için fedakarca çalışanları birbirinden iyi ayıramadık. Ağaları, şeyhleri, savaş zenginlerini, saltanat meraklılarını, din bezirganlarını yeniden hortlattık. Senin yönetimine diktatörlük diyenlerin, demokrasi diye diye nasıl kendi krallıklarını kurduklarını zamanında fark edemedik. Ama artık daha tecrübeliyiz. Kolay kolay, gazete haberlerinin, kimin çektiği belli olmayan filmlerin, yalancı kahramanların tuzaklarına düşmüyoruz. Bütün hatalarımıza rağmen uğraşıyoruz, didiniyoruz, anlatıyoruz, uyandırmaya çalışıyoruz.
-NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE DEYİŞİNİ ÖZLEDİK-
Bizimle dalga geçiyorlar: Emperyalizm çağının bittiğini, dünyada bütün ülkelerin barış içinde, uygarlık yolunda yürüdüğünü artık bizi millet yapan, bu vatanda birarada tutan bu fikirleri bırakmamız gerektiğini söylüyorlar. Üzülmüyoruz, yılmıyoruz, tekrar uğraşıyoruz, tekrar anlatıyoruz. Biz, daima burada olacağız. Ama, seni özledik. Senin ufkunu özledik. Yol göstericiliğini, milletine her zaman güvenmeni, senin onurunu özledik. Senin sarı saçını, mavi gözünü, dostluğunu özledik. Vatanın için verdiğin emeği, yaptığın fedakarlığı, bizleri hep biraraya getirmeye çalışmanı özledik. Her kelimeni dikkatle seçişini, kim olursa olsun karşındakine gösterdiğin saygıyı, sözlere yüklediğin anlamın derinliğini özledik. Bağımsız karakterini, barışa hasretini, gerektiğinde çizmelerini çekip savaşa hazır olma kararlılığını özledik. Kendi kendini eğitmeni, okumadan bilenlerle tartışmadan karar vermeyişini özledik. ‘En hakiki mürşit ilimdir’ diyen sesini, bilim adamlarına verdiğin desteği özledik. Davet edilmeden hiçbir uluslararası kuruluşa yüz vermeyişini, dış seyahatlere gitmeden bütün kralların seni ziyarete gelişini, milletine uşak dedirtmeyen özgüvenini özledik. Uzak görüşlülüğünü, çocuklara olan sevgini, gençliğe güvenini, geleceğe olan inancını özledik. ‘Ne mutlu Türküm diyene’ deyişini özledik. Seni Özledik.
-SEN RAHAT UYU-
Senin inançlarını, yaptıklarını, herşeye rağmen, üniversitemizde yaşatıyoruz. Hedeflerimizi hiç değiştirmedik, Halkımızın refahı, Vatanımızın bütünlüğü, Vicdanımızın özgürlüğü, Birey olmanın özgüveni, Bilimin ışığı. Atam, hepimiz, öğrettiklerini, seni, unutmadık. Sen rahat uyu. En derin saygılarımızla ve en içten sevgilerimizle.” PAÜ Rektörü Prof.Dr. Fazıl Necdet Ardıç’ın, öğretim elemanları, memurlar ve öğrenciler adına okuduğu mektup uzun süre alkışlandı. 8dha)
[Radikal Gazetesi] [10 Kasım 2009]

11 Kasım 2009

Bir sinek bir kartalı kaldırdı yere çaldı Yalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu [Cetin ALTAN]

Birkaç gündür sabahları, saat 6 sularında pencereden dışarıya baktığımda Tevfik Fikret’le burun buruna gelmiş gibi oluyorum.
* * *
Bir sis perdesi, pencereyi dışarıdan kapatmış gibi.Cihangir’den ne Kızkulesi görünüyor, ne Boğaz, ne Salacak; Göztepe’den de ne Marmara, hatta ne de Adalar...
* * *
100 yıl önce Tevfik Fikret, aynı manzarayı “Sis” şiirinde şöyle, anlatıyordu; -sadeleştirilmiş olarak- :
Sarmış yine ufuklarını çok inatçı bir duman;
Bir karanlık beyazlık ki, çoğalmakta durmadan.
Baskısının altında silinmiş gibi görüntüler,
Bir tozlu yoğunluktan ibaret bütün her yer.
* * *
Her ne kadar kendileri farkında değillerse de, 20-25 yıl süreceğe benzeyen çalkantılı bir dönemde, okkanın altına gitmek istemeyen gençler; önce nasıl bir tepsinin içinde yaşadıklarının bilincine varırlarsa, ola ki daha kolay kurtarabilirler paçayı...
* * *
Bunun en kestirme yöntemlerinden biri de, Tevfik Fikret’i merak etmek; onun “Rubab-ı Şikeste, Kırık Saz” adı altında topladığı şiirlerine, A. Kadir’in “Bugünün Diliyle Tevfik Fikret” adlı kitabında şöyle bir göz atmak...
* * *
Gerçi kimse iplemeyecektir böyle bir öneriyi ama, olsun.Belki merak eden bir kaç kişi de çıkar.
* * *
Tevfik Fikret’ten söz açınca; kendisinin çağdaşı ve öfkeli bir karşıtı olan, “İstiklal Marşı”mızın şairi Mehmet Akif’i de, anımsamamak olmuyor.Üstelik Akif, siyasal nutukların sürekli gündeminde.
***
Dünyadaki 200 devlet arasında, Mehmet Akif’in eseri olan “Milli Marşımız”ı en çok tekrarlayan tek ülke de biziz.
* * *
Nasıl ki, en çok resmi bayrama sahip olan tek ülke de yine biziz. 23 Nisan Çocuk Bayramı,
* * *
Gazi Mustafa Kemal Paşa, “garbın muassır medeniyet seviyesine erişmeyi”; yani “etli şaraplı, kadınlı kahkahalı bir masa” simgesiyle de özetlenebilen, “çağdaş bir burjuvalaşmayı” hedef olarak gösteriyordu.
* * *
Mehmet Akif ise, “İstiklal Marşı”nın, koro halinde okunmayan alt bölümünde şöyle diyordu:Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.Ulusun, korkma nasıl böyle bir imanı boğar,Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar?
* * *
İnsanın aklı biraz karışır gibi oluyor:- Medeniyet dediğin, tek dişi kalmış canavar mı; yoksa ulaşmayı hedeflediğimiz bir çağdaşlık mı?
* * *
İşte 20-25 yıl kadar süreceğe benzeyen çalkantılı bir döneme doğru kayılmasının, bize özgü ilk tohumlarından biri...
* * *
450 bin erkek erkeğe kahvesinin bulunduğu, köylü tarımsallığından, endüstri kentliliğine geçilememiş bir ülkede; “kışla” ağırlığıyla “burjuvalaşmış imajı” yaratmak, yumurtasız bir omlet görüntüsünün resmini yapmaya kalkmak gibi...
* * *
Mehmet Altan’ın sık sık üstünde durduğu; Birleşmiş Milletler’in “İnsani Gelişme Raporu”na göre 2009 yılında, “okuryazarlık” açısından Türkiye, 186 ülke içinde 77’nci sırada
.* * *
Ya 40 yaşından önce ölme olasılığında kaçıncı sıradayız; 50’nci...“İnsani Yoksulluk Endeksi”nde de; 40’ıncı sıradayız...
* * *“
İnsani Gelişmişlik Açısı”ndan ise, 79’uncu sırada Norveç de 1’inci sırada...
* * *
“Vatan, millet Sakarya” nutukları, gümbür gümbür maşallah...Ne çare ki, kahramanlık nutukları; nutukçuların payelenmesine yaradığı kadar, nutukları alkışlayanların kesesine bereket yağdırmıyor.
* * *
Neyzen Tevfik’in de aklı, kahramanlık nutuklarıyla siyasetçiler çiftliğine girmişlerden birine takılmış olmalı ki, o ünlü taşlamasını yazmış:
Kime sordumsa seni doğru cevap vermediler;
Kimi hırsız, kimi soysuz,
kimi deyyus dediler.
Künyeni almak için Parti’ye ettim telefon,
Bizdeki kayda göre şimdi o mebbus dediler.
* * *
Onca gürültü patırtı arasında, Cihangir’deki dostumuz Bakkal Şener, dükkânını kapatmak zorunda kaldı.Manav dostumuz İrfan ile Zeki’nin ağabeyi Ahmet dostumuzun da, güpegündüz evini soydular.
* * *
Pastırma yazı ise, Haliçkıyılarında da bir masal rüyası, Kalamış kıyılarında da...
* * *
Tevfik Fikret, öyle bir rüyanın hak edilmesini istemişlerdendi.
[Milliyet Gazetesi] [11 Kasım 2009]

10 Kasım 2009

Masal değil ‘yeni hikâye’ lazım bize [Osman ULAGAY]

Gerçek olmayan ya da gerçekleşmesi zor olan olayları anlatan ve daha çok çocuklara anlatılan hikâyelere masal denir. ‘Hikâye’ ise “gerçek veya tasarlanmış olayları anlatan düz yazı türü” diye tanımlanıyor TDK Sözlüğü’nde. Ekonomi yazınında, bir ülkenin, firmanın hatta bir kişinin izleyeceği yol haritasını anlatan bir senaryo anlamında kullanılıyor ‘hikâye’ sözcüğü. İyi bir ‘hikâye’niz varsa başarılı olma şansınız da var. Önceki gün Ankara’da, Gazi Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nün yayın organı olan Ekonomik Yaklaşım Dergisi tarafından düzenlenen “2008 Küresel Ekonomik Krizi ve Türkiye’ye Yansımaları” konulu kongrenin üçüncü gününde yapılan sunumları ve tartışmaları izlerken, Türkiye ekonomisinin acil olarak yeni bir ‘hikâye’ye ihtiyacı olduğunu düşündüm bir kez daha.Ekonomide her şey yolundayken küresel kriz nedeniyle geçici bir küçülme dönemi yaşandığını ve Türkiye’nin krizden en çabuk çıkıp en hızlı büyüyen ülke olacağını söyleyenler, aslında kendilerinin bile inanmadığı masalları anlatıyor bize. Tablonun en alt satırında yer alan, hükümetin Orta Vadeli Program (OVP) hedefleriyle gelişmekte olan ülkeler için yapılan tahminler karşılaştırıldığında da bu gerçek hemen ortaya çıkıyor. Türkiye ekonomisine 2002-2006 yılları arasında büyüme ivmesi kazandıran eski ‘hikâye’ ile dünya liginde öne çıkma şansımız yok.


Eski ‘hikâye’ masal oldu2001 krizinden sonra yazılan ve Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı tarafından geliştirilerek uygulanan senaryo ya da ‘hikâye’ 2002-2006 döneminde ekonomimize bir büyüme ivmesi kazandırdı ama tüm veriler, 2006 yılının ikinci çeyreğinden itibaren bu ivmenin sona erdiğini ve düşüşün başladığını gösteriyor.Bu sürecin tutarlı ve ayrıntılı bir analizine henüz rastlamadım ama şöyle bir izlenimim var: 2006 ortasında dıştan gelen mini şokla döviz kurunda yaşanan zıplama ve buna tepki olarak faizlerin yükseltilmesi, özel sektörde yerleşmeye başlayan “Artık her şey iyiye gidiyor, yeni kriz olmaz, önümüz açık” inancını sarstı ve tereddüt yarattı. 2007 yılında cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde tırmanan siyasi belirsizlik de buna katkıda bulundu.AKP, 2007 seçimlerinde ezici bir zafer kazandıktan sonra, zihinlerde beliren tereddütleri giderecek bir yola girseydi ve ekonomi için yeni bir yol haritası ya da ‘hikâye’ ortaya koyabilseydi belki sonuç farklı olabilirdi ama bu yapılamadı. Tersine aşınmış olan eski ‘hikâye’nin bir masal gibi anlatılmasıyla yetinildi. 2008 krizi patlayınca da bu kez “Bu kriz bizim krizimiz değil, bizi teğet geçecek” masalı anlatılmaya başlandı. Bu süreçte hükümetin inandırıcılığı sıfıra indi ve Türkiye krizden en ağır etkilenen ülkelerden biri oldu. Şu anda gelinen noktada eski ‘hikâye’den ayakta kalan bir şey de kalmamış durumda. Mali disiplin hayal oldu, IMF çapası çöplükte duruyor, AB çapasına inanan kalmadı. Yeni ‘hikâye’ olmadan başarı olanaksız. Bunun nasıl bir ‘hikâye’ olabileceğini bir başka yazıda ele alacağım.

Krizde neden darbe yedik?Türkiye’nin küresel krizden en ağır darbe yiyen ülkelerden biri olması gerekmiyordu aslında. Banka sistemimiz sorunlu değildi, “toksik” kâğıtlara bulaşmış değildik, konut balonumuz yoktu, hane halkımız dünya standartlarına göre fazla borçlu değildi, ihracatın ekonomimizdeki ağırlığı çok fazla değildi ama krizde en derin küçülmeyi yaşayan ekonomilerden biri olduk.Bunun nedenini merak edenler Hesap Uzmanı Onur Elele tarafından hazırlanan ve Vergi Konseyi tarafından yayınlanan Küresel Kriz ve Türkiye başlıklı kitapçığa bakabilirler. Küresel krizin tırmanış sürecinde, 2008’in eylül ayı ile 2009’un eylül ayı arasında kalan dönemde dünyada ve Türkiye’de alınan ve alınamayan önlemleri tek tek özetleyen, bir kriz güncesi niteliğindeki bu kitapçığa bakınca Türkiye’nin neden ağır darbe yediği daha iyi anlaşılabiliyor.
[Milliyet Gazetesi] [09 Kasım 2009]

07 Kasım 2009

Milli gelir bu yıl 1625 dolar az olacak [CNBC-e]

2009 Yılı Programında bu yıl 14 bin 761 doları bulacağı tahmin edilen Satınalma gücü paritesine (SGP) göre kişi başına gelir, küresel krizin etkisiyle 2010 Programına göre, 2009'da bu rakamın 1625 altında, 13 bin 136 dolar düzeyinde gerçekleşeceği tahmininde bulunuldu.

SGP'ye göre, kişi başına milli gelirin 2010 yılı sonunda ise 13 bin 647 dolara yükseleceği tahmin ediliyor.

2010 Programına göre yıl ortası nüfusu ise bu yıl 71 milyon 897 bin, gelecek yıl da 72 milyon 698 bin olacak.

06 Kasım 2009

Varlık balonu patlar, dolar yüzde 20 artar [CNBC-e]

"Kriz kahini" olarak anılan Nouriel Roubini, varlık balonunun en geç bir yıl içinde patlayıp, doları yüzde 20 yükseltebileceğini öngördü.
NEW YORK - "Kriz kahini" olarak anılan New York Üniversitesi Ekonomi Profesörü Nouriel Roubini, Fed politikalarının carry trade'i (Faizi düşük para birimi cinsinden borçlanıp, getirisi yüksek para birimine yatırım yapma) güçlendirdiğini söyledi.
CNBC'nin yayınına katılan Roubini, carry trade ile oluşan balonların tüm dünyayı sardığına dikkat çekti.

Roubini, "Fed henüz tahvil alım programını tamamlamadı, faizleri de uzun süre düşük tutacak. Bu da, carry trade'in uzadıkça uzayacağı anlamına geliyor. Klasik carry trade'de dolar cinsinden borçlanır, Türkiye,Brezilya, Avustralya gibi faizi daha yüksek ülkelerin para birimleri ve varlıklarına yönelirdiniz. Şimdi ise, işin içine petrol, enerji, emtia ve küresel ekonomideki tüm riskli varlık sınıfları dahil oldu. Mart'tan bu yana, küresel anlamda senkronize bir balon oluşuyor. Bu defa balon sadece ABD'nin değil, tüm dünyanın balonu" dedi.
Roubini'ye göre, carry trade bir yıl zarfında sona erecek ve dolarda yüde 20'ye varan yükselmeye neden olacak.

Roubini şöyle konuştu: "Dolar ufak bir düzeltme yaptı, ama Mart'tan bu yana düşme trendini koruyor. Şimdi değil, ama 6 ay ila 1 yıl zarfında carry trade tersine dönecek. Dolar, zamanında yende olduğu gibi ani bir şekilde fırlayacak. Ancak, doların yükselmesi yüzde 2-3 değil, yüzde 15-20 olacak. Böylece varlık balonu patlayacak. Balon ne kadar büyükse, patlama da o kadar büyük olur."

Roubini, carry trade'in sona ermesiyle yaşanacak paniğin, sadece kendisinin endişesi olmadığını söyledi ve ekledi: "Piyasa "V" şeklinde bir toparlanma fiyatlandırıyor. Eğer "U veya "W" şeklinde bir toparlanma olursa, ki işsizlik yüksek olduğundan ben "U" diye öngörüyorum; riskten kaçış geçen yıl olduğu gibi dolar alımını hızlandırır. Dolar değerlenmeye başlayınca herkes aynı anda riskli varlıklardan çıkmak konusunda acele edecek. Bu endişe sadece bana değil, tüm merkez bankalarına ait."

PETROLÜN 100 DOLARA ÇIKMASI ZARAR VERİR
Roubini, ayrıca petrol fiyatlarının 100 dolara çıkmasının, ekonomiye zarar verebileceğini söyledi. Roubini, petrolün 100 dolara çıkmasının ekonomi üzerinde yaratacağı etkinin, 147 dolarlık rekorla aynı düzeyde olacağını ifade etti.

02 Kasım 2009

Eksen kayması değil, vizyon icabı...[Ceyda Karan]

2000’lerin başından beri Batı’da pek popüler olan, Türkiye’de de giderek daha fazla benimsenen bir formülasyon var: ‘Bir ayağı Avrupa, diğer ayağı Asya’da olan Türkiye, Batı ve Doğu alemleri arasında köprü vazifesi görme potansiyeline sahip’. Türkiye’yi tepeden tırnağa ‘Batılı’ değerlerle bezenmiş görmek isteyenler dahi, nicedir ‘Doğulu’ yanını teslim eder. Bu durumda Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, son günlerde yine ısıtılan ve başlıca müsebbibi Ankara’nın İsrail’e koyduğu açık tavır olan ‘eksen değiştirme’ tartışması karşısındaki sözleri, gayet yerinde bir saptamanın tekrarından ibaret: ‘Türkiye’nin bir yüzü Batı’ya, diğer yüzü Doğu’ya bakar’. AB Başmüzakerecisi Egemen Bağış, durumu köprü formülasyonundan memnun Batılılara daha çarpıcı ifade etti: “Bir ayağı güçlü, diğer ayağı zayıf bir köprü, uzun süre ayakta duramaz.

Türkiye, yapısal sorunlarına (Kürt meselesi, devletin demokratikleştirilmesi sürecinde orduyla yaşanan gerilimler) karşın, nüfus ve toprak bütünlüğü, jeostratejik konumu, ekonomik potansiyelleri, dinamik sosyal güçleriyle ‘nevi şahsına münhasır’ bir memleket. Ve Türkiye artık ABD’nin Irak işgaliyle Ortadoğu’da güç dengelerinin yerinden oynadığı yeni konjonktürde, Batı’nın zaten yıllardır gözünü hiç ayırmadığı Ortadoğu’da ihmal ettiği rolünü oynamaya soyunuyor. Bunun, hiç kalkışılmadık birşey değilse bile, bugün son derece kapsamlı biçimde formüle edilmiş bir dış politika vizyonu çerçevesinde hayata geçirildiği aşikar. Ülke içindeki ‘Kürt/Demokratik açılımıyla’ kendisine çeki düzen verme çabasına girişen Türkiye, yakın ve uzak çevresinde karşılıklı ekonomik bağımlılıklar ve iyi komşuluk ilişkileri yaratarak, barış ve istikrara dayalı bir düzeni zorluyor. Türkiye’nin bugün bölgesinde ‘yumuşak güç’ diye tabir edilen tek yapıcı aktör konumunu herkes teslim ediyor.

Dış politika vizyonunun ‘komşularla sıfır sorun’ aşamasında sorunların tümü ‘sıfırlanamasa’ dahi, büyük başarılar kaydedildi. Kafkasya’da dondurulmuş sorunların çözümü yolunda adımlar atılması, Ermenistan’la ilişkileri normalleştirme açılımları bunun örnekleri. Şimdi ‘komşularla azami işbirliği’ aşamasına geçilmeye çalışılıyor. 10 yıl önce savaşın eşiğinde bulunulan Suriye ile sınırların açılması, hem Suriye hem Irak ile ‘yüksek düzeyli stratejik işbirliği konseyleri’ kurulması, Basra ve Musul’da başkonsolosluklar açılması, Irak’taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi’yle son temaslar da ikinci aşamanın unsurları.

Türkiye’nin bu çerçevede doğusunda 499 kilometrelik bir sınırı yüzyıllardır sulh içinde paylaştığı komşusu İran’la da işbirliğini geliştirmesi kaçınılmaz. Türkiye 1980’lerde Irak-İran savaşında İran’a ambargo uygulamayan nadir ülkelerden birisiydi. Bugün Türkiye önemli bir enerji rotasında, doğalgazının üçte birini İran’dan tedarik ediyor. İran’ın Avrupa’yı besleyecek Nabucco hattına katılması ancak kazanım hanesine yazılabilir. Türkiye’nin, İran’ı bölgeye etkisi bağlamında tarihsel rakip görse dahi, rekabetten husumet değil karşılıklı kazanım çıkarmayı arzulaması kadar doğal birşey yok.

Lakin Batı’nın biteviye İran’ı nükleer silah üretmekle itham eden ve bölgenin tek nükleer silahlı gücü İsrail’e hiç ses etmeyen çifte standartlı politikası işleri karıştırıyor ve Türkiye’nin hedefleri açısından ortaya nahoş bir tablo çıkarıyor. Zira bölgede Türkiye’nin kontrol edemeyeceği yegane aktör İsrail. 1990’larda Türkiye-İsrail ilişkileri, Suriye, Irak ve İran’ın ‘ortak düşman’ bellenmesi sebebiyetiyle ‘stratejik işbirliği’ düzeyine yükselmişti. Lakin artık Türkiye’nin tehdit algısı değişirken, İsrail-Türkiye uzak noktalara düşüyor. İsrail’in bölgede barışın kilidi niteliğindeki Filistin sorununu çözümsüz tutması da, Türkiye’nin daha geniş bölgesel hedeflerinin önünde engel. Türkiye’nin İsrail’in Gazze saldırısına sert çıkmasıyla başlayıp bu ülkeyi Anadolu Kartalı tatbikatından dışlaması ve askeri işbirliğinin etkileneceği mesajları vermesine varan yeni konumlanışını bu açıdan görmek gerek.

AB üyeliği iddiasını sürdürürken, bölgesinde barışı zorlayan bir Türkiye fikri çok cazip. Cazip olduğu kadar da iddialı. Bu iddianın önündeki en çetrefilli engeller İsrail ve İran’la ilgili olası gelişmeler. Türkiye’nin iddiasını sürdürmek için İran üzerinde daha fazla etkili olması, İsrail’in de sorumlu bir aktör gibi davranmanın aslında hayrına olacağına ikna edilmesi gerekiyor. Kısa vadede Türkiye ile ilişkilerinde açılan mesafeyi kapatmak için en büyük çabayı harcamak ise yine İsrail‘e düşüyor. Türkiye eksen değiştirmiyor, sabırla bölgesinde bir barış havzası oluşturmaya çalışıyor. Asıl tehlike, Batı’nın ‘iyi müttefikliği’ kendi dümen suyundan çıkmamak olarak algılamasında...
[Radikal Gazetesi] [02 Kasım 2009]

30 Ekim 2009

Beyinsel travma [Tufan TÜRENÇ]

KEMAL Derviş uluslararası bir toplantıda Bill Clinton’a şu soruyu sorar: “Sayın Başkan, halefiniz Bush önce Afganistan’a sonra da Irak’a saldırdı. Sizce hangi mantıkla yaptı bunları? Amerikan toplumu buna nasıl izin verdi?”
Clinton hafifçe gülümser, sonra da kısa ama anlamlı bir yanıt verir:
“11 Eylül saldırısı Amerika’yı bir beyin travmasına sürükledi. Mantık filan kalmadı.”
Son yıllarda Türkiye de böyle bir beyin travması yaşıyor.
Politikacılar, bireyler, aydınlar, yazar-çizerler, düşünürler, bilim adamları, bürokratlar ve en önemlisi kurumlar tam bir ayrım içine girdiler.
Sürekli kavga ediyorlar.
Türkiye’de mantık ve sağduyu işlemez oldu.
* * *
Ne oldu, Ermeni açılımı?
Ya da Kürt veya demokratik açılım...
Hani tarih yazmıyorduk, tarih yapıyorduk.
Hani tarihi dev adımlar atıyorduk.
Bir ıslak imza belgesi hepsini, hepsini unutturdu.
Şimdi gereğini yapacağımıza, akılla, mantıkla bu ciddi sorunu çözeceğimize birbirimizi suçlayıp duruyoruz.
İşi, Silahlı Kuvvetler’in tasfiyesine kadar götürenler bile var.
Görüntü tam bir beyin travması geçirdiğimizi ortaya koyuyor.
Nedir bu yok etme telaşı ve aceleciliği, bu önyargı, bu kin, bu nefret? Kimse soruşturmanın sonucunu bekleme sabrını bile gösteremiyor.
* * *
Bakın hiç kimse, ama hiç kimse Dünya Ekonomik Forumu tarafından açıklanan “2009 Küresel Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği Endeksi”nin ortaya koyduğu acı gerçeği önemsemiyor.
Bu endekse göre Türkiye kadın-erkek eşitliği bakımından 134 ülke arasında 129’uncu oldu.
Oysa çok değil bir yıl önce 123’üncüydük.
Türkiye’de kadınlar ülke kaynaklarından eşit yararlanma, eğitim, sağlık hakkı, politikada temsil, ekonomik güce sahip olma gibi ölçütlere göre yapılan sıralamada İranlı ve Mısırlı kadınların bile gerisinde.
Atatürk’ün uygar ülkeler düzeyine çıkma hedefinden ne kadar uzaklardayız.
Bu sonuçlar üzücü ve utandırıcı. Ama kimin umurunda?
* * *
Geçtiğimiz hafta İstanbul Kültür Üniversitesi’nde düzenlenen bir tartışma toplantısında medya-yargı ilişkileri irdelendi.
Alman konuşmacılar da vardı.
Toplantıda yaşadığımız bazı gerçekleri utana sıkıla anlatmak zorunda kaldık.
Ergenekon’dan, içerdeki gazeteci, yazar ve bilim adamlarından söz ettik.
Bazı somut örnekler verdik.
Benden sonra konuşan Alman meslektaş Heika Borufka bana dönüp şunları söyledi:
“Meslektaşımın anlattıklarını dinledikten sonra kısa konuşacağım. Çünkü burada anlatılanlar benim ülkem Almanya ile örtüşmüyor. Gazetecilerin hapse atılması bizde olmaz. Basın özgürlüğü de benim memleketimdeki gibi değil. Bizde polis doğru bilgi verir.”
Son bir üzücü ve utandırıcı bilgi daha...
Paris merkezli Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün hazırladığı 2009 basın özgürlüğü raporuna göre Türkiye 175 ülke arasında 122’nci sırada yer aldı.
Türkiye geçen yıla göre 20 sıra geriledi ve Gana, Trinidat Tobago, Mali, Namibya, Guyana, Surinam, Papua Yeni Gine, Burkina Faso, Haiti, Kongo ve Kamerun gibi ülkelerin gerisinde kaldı.
[Hürriyet Gazetesi] [30 Ekim 2009]

27 Ekim 2009

Havada Kalmaz [Murat BİRSEL]

Türk HavaYolları İstanbul Bodrum seferi, bundan yıllar evvel...
Yaz ortası bir gece uçuşu. Hiç sarsıntı yok, öyle ki parayı yere dik koyacak olan düşmez diye iddiaya girebilirsin.
Yanımda bir kaptan pilot oturuyor, saçlar beyazlamış, belli ki tecrübeli; laflıyoruz...
Bir ara sanki uçağın bütün motorları durdu gibi oldu, hiç ses gelmiyor.
Nefis bir his.
Ama planörde değiliz biz!
Kaptan aklımdan geçen endişe bulutunun gölgesini yüzümde okumuş olacak ki, babacan bir tavırla -artık her uçağa bindiğimde aklıma gelen- şu cümleyi söyledi:
- Merak etme Murat hiç bir uçak sonsuza dek havada kalmamıştır!
Şimdi Türkiye uçağının kaptan pilotunun da -böyle tok- bir ifadeyle halihazır durumu ve önümüzdeki dönemi nasıl değerlendirdiğini söylemesi gerek:
Bu açılım havada kalamaz!

Uçak daha yeni kalktı. Kolay da olmadı, kuleden izin çıktı, uçuş planı yapıldı, pistte hızlanıldı ve Türkiye’nin uçacağı irtifaya doğru tırmanış başladı.
Yani tam kemerler bağlı, kımıldamadan yerinde oturma zamanı!
Ama böyle bir anda uçakta ayağa kalkıp da aklına estiği gibi dolaşmaya başlarsan... Sadece kendi başını gözünü yarmayı değil sakin sakin oturan tecrübeli yolcuları da yaralamayı “becerebilirsin”!
Uçağı mecburi iniş yapma durumunda bırakmayı da “becerebilirsin”!
Gerçi depoları yakıt dolu uçağın kalkıştan hemen sonra mecburi inişi, pek öyle dağdan inişe benzemez.
Onun için bir anons şart!
Paniklememek, soğukkanlılığı elden bırakmamak ve o yolcuları medeniyete davet edip uçağın yoluna devam etmesini sağlamak asıl öncelik olsa gerek.

Halihazır manzaraya bakılacak olursa, herkes cep telefonlarını çıkardı, konuşuyor. Basına kaçırıldık diye demeç veren de var, ailesiyle vedalaşan da var, şoförünü ha vaalanına geri çağıran da!
Hem yolcuların hem de uçağın kontrol sisteminin kafasını karıştıran bu tehlike ortamında hosteslerin devreye girmesi ile yetinmek mümkün değildir.
Yolcuları ancak kaptan pilotun kokpitten mikrofonu açtığında çıkan o çınlamayı duymak ve o kaptanlara has tonlamayla konuşmasını dinlemek yatıştıracak.
Kaptan pilot istediği kadar tecrübeli, her türlü hava şartlarında kendi ispat etmiş, olsun bu anons çok kritik...
Ve pilotun yolculara ne diyeceği elbette önemli ama daha da önemlisi nasıl diyeceği.
Asıl tonlamayı, sesteki güveni algılayacak yolcular.
Bu anlamda hiçbir şüpheye yer vermeyecek kadar kararlı seslendirilmeli vatandaşa anlatılacak olanlar.

Uçuş ne kadar sürer, nerede biter onu bilemiyorum ama Türk Hava Yolları’nın geleneksel varış anonsu “Hoşgeldiniz” der ve hep beraber uçmayı temenni eder!
[Star Gazetesi] [26 Ekim 2009]

26 Ekim 2009

Hazine faizinde kaçınılmaz yükseliş [Erdal SAĞLAM]

GEÇEN hafta sonu yaşanan faiz hareketi bir kez daha gösterdi ki; eğer IMF anlaşması olmazsa, faizlerin bu seviyelerinden yukarılara doğru gitmesi artık kaçınılmaz. Zaten kaçınılmaz olan yükseliş hareketi bence biraz gecikmeyle, geçen hafta başlamış oldu.


Geçen hafta yapılan, Hazine kağıdında önemli alıcı bankalardan oluşan, piyasa yapıcıları toplantısından sonra faizlerin yukarı doğru harekete geçmesi, ya piyasa oyuncularından bazılarının işlerini iyi yapmadıklarını yani verilere bakmadıklarını, ya da artık “iyiyi satın almanın sonuna gelinmeye başladığını” gösteriyor. Çünkü o toplantıda Hazine ve Merkez Bankası yöneticilerinin söyledikleri, yükselişe neden olduğu söylenen, yeniden borçlanma oranının yüzde 100-105 arasında olacağı zaten biliniyordu. Eğer gerçekten birileri bunu yeni öğrenip de harekete geçtilerse, bence işlerini pek iyi yapmadılar demektir.


Merkez Bankası’ndan yapılan fonlamanın faiziyle Hazine kağıtları faizleri arasındaki farkın azaldığı, dolayısıyla Merkez’den para alıp Hazine kağıdına yatırmanın artık cazip olmaktan çıktığını biliyorduk ve defalarca yazdık. Orta Vadeli Program (OVP) ve 2010 bütçesiyle birlikte yeni yılda borçlanma oranının yüksek olacağı da zaten apaçık ortadaydı. Yani piyasa yapıcıları toplantısında yeni öğrenilen bir şey yoktu ki...


Ancak şimdi, faiz düşüşünde sona gelindiğini, Hazine faizlerinin cazip olmaktan çıktığını, Hazine’nin 2010 yılında ödediğinden fazla borçlanacağının anlaşıldığı, bu nedenle faizlerin yükselişe geçtiği söylemeye başlandı.


Merkez Bankası artık yarım puanlık indirimlerin sonuna gelindiğinin, birkaç ay daha çeyrek puanlık indirimlerle yetinilip daha sonra durulacağının mesajını, son Para Politikası Kurulu notlarıyla açık biçimde verdi. Aradaki yüzde 1-1.5’lik farkla, 20 aydan uzun süreli Hazine kağıdı almanın artık, sizce cazibesi kalmış olabilir mi? Kalmadığı çok önceden belliydi ve işini iyi yapan bankacılar zaten son birkaç aydır bunu görüp pozisyonlarını değiştirmeye başladılar. O nedenle son toplantıdan sonra harekete geçenler varsa, bence onların sorunu.

HARCAYACAKSANIZ PARA BULUN


Özetle; eğer para harcayacaksanız, gelirinizden fazla harcamaya devam etmek istiyorsanız, bunun karşılığını bulmak zorundasınız. IMF’den gelecek para gibi ucuz, uzun vadeli, yüklü blok bir kaynağı bulamıyorsanız, içeriden aldığınız borcun miktarını artırmak zorunda kalırsınız. Öyle olunca da bedelini ödersiniz, yani borç aldığınız paranın faizi yükselir.


Bu gerçeği herhalde ilkönce IMF anlaşmasına direnen Başbakan Tayyip Erdoğan’ın görmesi gerekiyor. Kendisi ekonominin gidişatını görmek için analizlere bakmadığını söylemiş ama bunlar analiz de değil, somut rakamlar...


Hazine bundan sonra harcayacağı parayı karşılamak için daha yüksek faizi göze almak zorunda. Son yıllarda azalttığı, enflasyona veya dövize endeksli kağıtların toplam borç içindeki payını yeniden yükseltmek, yani sabit faiz cazip olmadığı için daha fazla endeksli kağıt çıkarmak zorunda da kalacak.

Sorun sadece bununla da bitmiyor. Bankaların Hazine kağıdı almayıp kredi vermeyi artırmaları için de ekonominin canlanması yani bankaların verecekleri kredilerin batmaması gerekiyor. Şimdi bence bankacılık sektörünün önündeki en önemli sorunlardan biri bu; kredi yarışına girecekler ve bu kapsamda riskli alanlara da borç vermek zorunda kalacaklar...


Ekonomi yönetimi borçlanmanın yanısıra, bankaların riskli kredileri nedeniyle, bir yıl sonra zor duruma düşüp düşmeyeceklerini de, şimdiden düşünmek zorunda dır.


Özetle; IMF anlaşması olmazsa hem Hazine’nin, hem bankaların işi yeni yılda çok zor...


Bu anlaşmaya direnen Başbakan’ın artık analizlere değilse de, verilere bakması gerek.
[Hürriyet Gazetesi] [26 Ekim 2009]