25 Ekim 2010

G-20’nin ‘ kur andı’ tutarsa... [Erdal SAĞLAM]

PİYASALARIN gözü kulağı hafta sonunda Güney Kore’de yapılan G-20 toplantısındaydı. Daha çok da “kur savaşları” için bir karar çıkıp çıkmayacağını, çıkarsa ne içereceğini bekliyorlardı.

G-20 toplantısının ardından açıklanan sonuç bildirgesinde “Piyasaların belirlediği döviz kuru oranlarını gözeteceğimizi ve rekabetçi devalüasyonlardan kaçınacağımızı taahhüt ediyoruz” denildi. Yani bir tür “kur andı” yayımlandı. “And içerim” gibi bir şey yani?
G-20’nin içtiği “kur andı”nın tutma ihtimali, daha doğrusu ülkelerin bu anda sadık kalma ihtimali nedir derseniz, bence çok zor?
Küresel krizden çıkışta aldığı kararlarla öne çıkan G-20 ülkeleri, çıkış sürecinde ise menfaatler çok farklılaştığı için, birlikte hareket etmeyi bıraktı. Krizden çıkış önlemlerinin yarattığı sonuçlar artık her ülkeyi farklı etkilemeye başlamış, küresel dengesizlikler iyice açığa çıkmaya başlamıştı?
İşte bu nedenle ulusal paraların rekabet gücünü korumak için,bizim dışımızda, hemen her ülke bir şeyler yapmaya başladı. En çok da bütün baskılara rağmen Çin’in ulusal parasının değer kazanmasına izin vermemesi, tedirginlikleri iyice artırdı. G-20 öncesinde kur savaşlarının ticaret savaşlarına yol açmasından endişe ediliyor, dengesizliklerin iyice artacağı korkusu dile getiriliyordu. G-20’den çıkan bu karar ticaret savaşlarını önleme tedbiri olarak yorumlandı.
Bence bu andın tutulması, her ülkenin bu anda uyup, gerçekten piyasanın belirlediği kurlara izin vermesi, bir başka deyişle kendi ulusal para değerini gerçek dalgalanmaya bırakması çok zor. Bir düşünün; Çin tüm baskılara rağmen ulusal parasına değer kazandırmamış, iç tüketimini artırmıyor, G-20 toplantısı öncesi göstermelik bir çeyrek puanlık faiz artırımına gitmiş, şimdi tutup parasının değerini mi artırmaya başlayacak?
Çin hazır yakaladığı “çok yoğun pazar kapma imkanı”nı sizce harcamak ister mi?

TÜRKİYE KURALLARA UYDU DA...

Toplantılara katılan Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Ali Babacan, sonuç bildirgesinden önce A.A.’ya yaptığı açıklamada, bu andın ipuçlarını vermişti. Ülkelerin suni bir şekilde paralarının değeriyle oynayıp, para değeri üzerinden geçici avantaj sağlamaya çalışmalarının ne kadar yanlış olduğu, uzun vadede bunun ne kadar zararlı olacağı konusunda G-20’de bir mutabakat oluştuğunu kaderden Babacan, bu sonucun çıkmasını önemli bir adım olarak da niteliyor.
Ancak belli ki Babacan’ın da uygulama konusunda, yani anda sadık kalınacağı hakkında ciddi endişeleri var. Bundan sonra uygulamaya bakacaklarını ifade eden Babacan, “Ülkelerin farklı uygulamalara yönelip yönelmeyeceği, uygulamalarını değişik kılıflara sokmaya çalışıp çalışmayacaklarını” da yakından izleyeceklerini ifade etmiş.
Babacan kurlarla ilgili Türkiye’deki uygulamalara yönelik soruya verdiği yanıtta ise “akıllı, güvene dayalı, uzun vadeli uygulamalara” yöneldiklerini belirterek, temel önceliklerinin istikrar olduğunu söylemiş.
Babacan’ın konuşmasında G-20’de Türkiye ile özel bir sorun dile getirilmediği, kendilerinin saptanan kurallara uyarak adım attıklarını söylediklerine şahit oluyoruz. Bence Babacan haklı bir noktaya parmak basıyor; gerçekten de krizle birlikte Türkiye, iyi mi kötü mü bilemem ama, G-20’deki hemen her karara harfiyen uymuş gözüküyor.
Bu arada Babacan’ın cari açıkla ilgili itiraflarını da izliyoruz. Babacan, kısa vadede bu cari açıkla yaşamak zorunda olduğumuzu, cari açığın finansmanını “şöyle ya da böyle” yapmak durumunda olduğumuzu söylemiş. Ardından da bu sorunun çözümünün yapısal tedbirlerde olduğunun altını çizmiş.
2007’den bu yana, “aksi takdirde sorun çözülmez tam zamanıdır” dediğimiz ama hükümetin o tarihten sonra hiç yanaşmadığı yapısal tedbirleri söylüyor. Yani IMF ile anlaşmanın tamamlanmasından sonraki süreçten söz ediyoruz. İhracatçılar dahil, “IMF gitsin” korosuna karşı “IMF’siz yapısal tedbir alınamıyor” demiştik, şimdi anlaşılıyor mu acaba?


[Hürriyet Gazetesi] [25 Ekim 2010]

Gelen ve giden yabancı yatırım [Yaman Törüner]

Bir ülkenin diğer ülkelere göre dış borçluluk durumunu belirlerken, en az aşağıdaki 10 başlık altında inceleme ve diğer ülkelerle karşılaştırma yapılması gerekiyor:
Kamu sektörünün ve özel sektörün dış borcunun büyüklüğü.
Ülkenin kamu sektörü ve özel sektörünün, varsa diğer ülkelere verdiği borcun büyüklüğü.
Ülkenin merkez bankası ve bankaları dahil döviz ve altın rezervlerinin büyüklüğü.
Ülke merkez bankası ve bankalarının döviz ve altın rezervlerini nerede tuttukları.
Ülkeye dışarıdan gelen birikimli doğrudan yatırım tutarı.
Ülkenin dışarıya yaptığı birikimli doğrudan yatırım tutarı.
Ülkenin borsalarına dışarıdan yapılan yatırımlar.
Ülke vatandaş ve şirketlerinin diğer ülkelerin borsalarına yaptıkları yatırım.
Yabancı ülke vatandaş ve şirketlerinin ülke bankalarında tuttukları mevduat.
Ülke vatandaş ve şirketlerinin yabancı ülke bankalarında tuttukları mevduat.
Bunlara ilaveten, dış ticaret verilerinin, tüm verilerin ülke ekonomik büyüklüklerine oranlarının ve verilerdeki artış hızının da göz önünde tutulması lazım.

Doğrudan yatırım
Bu bölümde, ülkelere gelen doğrudan yatırım ile ülke vatandaş ve şirketlerinin diğer ülkelerde yaptığı doğrudan yatırımları birikimli olarak(stok) karşılaştırıyorum. CIA The World Fact Book’tan aldığım, 2010 yılı başı itibariyle milyar dolar bazında gerçekleşen ve borsalara yapılan sıcak para yatırımlarını hesaba katmayan seçilmiş ülkelere ait veriler şöyle:

Birinci sütundaki “ülkeye gelen doğrudan yabancı yatırımlar stoku” büyükten küçüğe doğru sıralanmış. Bazı ülkeler, kendisinde  yapılandan fazla miktarda yatırımı dış ülkelerde yaparken, diğer bazı ülkeler dışarıya fazla yatırım yapmıyor. Gelişmiş ülkeler genellikle, kendi ülkelerine gelenden fazla yatırımı diğer ülkelere yapıyorlar. Belçika’daki farklılık, Avrupa Birliği’nin merkezinin Brüksel seçilmesi nedeniyle oluşmuş. Çin, bu dengeyi fark etmiş olmalı ki, bizim gibi ülkelere daha fazla yatırım yapacak. Türkiye’nin ise, gideceği daha çok yol var.
[Milliyet Gazetesi] [25 Ekim 2010]

21 Ekim 2010

AB’ye üyelik yolu şimdi tam tıkandı [Kadri Yüksel]

Birkaç gün öncesine kadar, AB’yle üyelik müzakerelerinin çıkmazdan kurtarılması için küçük de olsa bir umut vardı...
KKTC limanlarından AB ülkelerine ticaret yapılmasına imkân veren “Doğrudan Ticaret Tüzüğü” AB tarafından uygulamaya konulabilse ve Türkiye’nin bu koşulunun yerine getirilmesi sonucunda Türk hava ve deniz limanları Rumlara açılabilseydi...
AB de bunun karşılığında Türkiye’nin limanlarını Rumlara kapalı tutması nedeniyle açılmasını engellediği sekiz başlığı askıdan indirecekti... Daha önce açılmış bulunan ve fakat yine aynı sebeple AB tarafından kapattırılmayan müzakere başlıklarıyla da vedalaşmak artık mümkün olacaktı. 
AB’deki bazı karar mekanizmalarında veto hakkını ortadan kaldırarak nitelikli çoğunluğa kapıyı açan Lizbon Antlaşması’nın yürürlüğe girmesinden sonra, bütün bunların olabilmesi için bir umut vardı. İşler yolunda gitseydi, Türkiye nihayet tam üyelik yolunda önemli bir mesafe kat etti ve şimdi yeni etaplara hazırlanıyor diye sevinebilecektik...
Geçen pazartesi itibarı ile artık bu umutların mevcudiyetinden maalesef söz edemiyoruz.
Umut neden kaf dağının ardına düştü, okuma zahmetine katlanacak meraklılar için cevabı aşağıda:
Türkiye, müzakereler için başlangıç tarihi aldığı 2004 sonundaki AB zirvesinde, limanlarını Rum Kesimi’ne açacağı hususunda resmi teminat verdi, ancak herhangi bir vade ile kendisini bağlamadı.
Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin temelini oluşturan 1963 tarihli Ankara Antlaşması hükümlerinin, 2004’te AB’ye üye olan Rum Kesimi’ne teşmil edilmesi bir hukuki yükümlülüktü ve bunun uygulamadaki şartlarından biri de Türk limanlarının Rumlara açılmasıydı.
Bu arada Kıbrıs’ta 2004’te düzenlenen “Annan Planı” referandumundan sonra AB Dışişleri Bakanları, Kıbrıs Türklerinin çözümü desteklemesinin bir “mükâfatı” olarak üç ayaklı bir iyileştirme paketinde anlaştılar. AB’deki Rum engeli nedeniyle bugüne kadar bir türlü uygulanma imkânı bulamayan “Doğrudan Ticaret Tüzüğü” bunlar arasındaydı. Uygulansaydı, Türk bölgesi üzerindeki izolasyon bir nebze hafifleyecekti. Diğer ikisi, Yeşil Hat ve Mali Yardım tüzükleri ise iyi ya da kötü hayata geçirilebildi.
Türkiye ise aslında birbirinden ayrı iki hukuki süreç olan “doğrudan ticaret” ile “limanların açılması” konuları arasında, Kıbrıs sorununun siyasi doğası gereği çapraz bir ilişki kurdu ve Rumlara limanları açmayı, AB’nin “doğrudan ticaret”i fiile geçirmesi koşuluna bağladı.
Böyle olunca da, Rumların “KKTC’nin tanınması anlamına gelir” diyerek “doğrudan ticaret”i engellemesi sonucunda Türk limanlarının Rumlara kapalı tutulması, Türkiye’nin AB’ye üyelik müzakerelerini büyük ölçüde tıkadı.
“Doğrudan Ticaret Tüzüğü”, hazırlandığından bu yana Rum engeli nedeniyle AB Komisyonu’nda bekletiliyordu ki 2009 sonunda Lizbon Antlaşması yürürlüğe girince Rum vetosunu aşmak için bir umut belirdi.
Tüzük, “uluslararası ticaret” başlığı altında ele alındığı takdirde, Avrupa Parlamentosu (AP) Genel Kurulu’nda kabul edildikten sonra AB Konseyi’nde Lizbon Antlaşması gereği nitelikli çoğunluk esasına göre oylanacak ve Rum vetosu işlemeyecekti.
Neticede AB Komisyonu “Doğrudan Ticaret Tüzüğü”nün uluslararası ticareti ilgilendirdiği görüşünü ileri sürerek belgeyi geçen haziranda AP’ye gönderdi.
Bu aşamada Rum itirazları yine etkili oldu... Belgenin uluslararası ticaret konusu değil, Rum Kesimi’nin AB’ye üyeliğini düzenleyen 2003 tarihli Katılım Antlaşması’na ek 10. Protokol zemininde ele alınması gerektiğini ileri süren Rumlar yoğun lobi yaparak konunun incelenmek üzere “Hukuk İşleri Komisyonu”na havale edilmesini başardılar.
Komisyon geçen pazartesi yayımladığı raporda Rumların, “Tüzük uluslararası ticaret konusu yapılırsa bu, Yeşil Hat’tın AB’nin dış sınırı olarak tanınması anlamına gelir” şeklindeki görüşünü destekledi.
AP hukuk biriminin görüşü elbette bağlayıcı değil ama AP’den tersi yönde karar çıkması da mümkün görülmüyor.
Şimdi bu “Doğrudan Ticaret Tüzüğü”, 10. Protokol zemininde ele alınır, AP’den geçip AB Konseyi’ne gelirse Rum vetosuyla engellenir; Türkiye limanları açmaz; başlıklar askıdan inmez ve müzakere süreci bir süre sonra fiilen ölür. Çünkü açılabilecek sadece üç başlık var.
İşimiz Kıbrıs sorununa en kısa sürede çözüm bulunmasına, yani bir mucizeye kalmıştır.

[Milliyet Gazetesi][21 Ekim 2010]

11 Ekim 2010

Piyasalar ‘kötü haber’le coşuyor [Erdal SAĞLAM]

KÜRESEL ekonomiler artık gelen kötü haberlere iyice alıştı, ekonomilere ilişkin olumsuz haberler geldikçe piyasalar coşuyor, yeni yeni rekorlar kırıyor.

Bunun bir örneğini daha geçtiğimiz cuma günü yaşadık. ABD ekonomisi için en önemli göstergelerden biri olan tarım dışı istihdam verisinin değişmemesi, mevcut düzeyi koruması bekleniyordu. Beklentilerin aksine tarım dışı istihdamın 95 bin kişi azaldığı açıklandı. Özel sektörde istihdam 64 bin kişi artarken, kamuda 159 bin kişinin işine son verildi.
İstihdamdaki beklentilerin üzerinde gerçekleşen azalmanın, ABD ekonomisinde kötüye gidiş göstergesi olduğu için, piyasalar tarafından olumsuz satın alınması gerekirdi, tam tersi oldu.
İçeride bu veriyi gören piyasalar önce bir bozulma eğilimi gösterdiler ama daha sonra, ABD başta olmak üzere, küresel ekonomilerin coştuğunu görünce, bizde de piyasalar yeniden coştu. Hisse senedi piyasaları da artık alışık olduğu üzere yeni rekorlar kırmaya devam etti.
Peki, bu olumsuz habere piyasalar neden bu kadar çok sevindi?
Sebebi açık; ekonomiler kötü oldukça krizden çıkış süresi uzuyor, dolayısıyla gelişmiş ülkeler likiditeyi desteklemeye devam ediyorlar. Piyasalar, örneğin ABD’de bir süredir konuşulan yeni varlık alımıyla likiditenin daha da artması ihtimalini artık daha yüksek görüyorlar.
Dolayısıyla kamunun likiditeyi artırmasına neden olacak kötü verilerle coşuyorlar.
Peki bu işin sonu nereye kadar gidecek? Bu likidite başa bela olmayacak mı? Bunun acısı çok daha kötü çıkmayacak mı?
Bu soruların yanıtının olumsuz olduğunu yani bu işin sonunun kötü olduğunu herkes biliyor ama piyasalar bugün kârlılıklarını artırma imkanları artacağı için, sevinmeye devam ediyorlar.
SICAK PARA AFYON GİBİ
ABD’deki, Avrupa’daki yatırımcıların sevinmesinin nedeni; neredeyse sıfır faizle alacakları bol paraları gelişmekte olan ülkelere yatırıp buradan kâr edecek olmaları yüzünden. Öyle ya kendi ülkelerinde değerlendiremeye-ceklerine, yani kâr edemeyeceklerine göre, bizim gibi gelişmekte olan ülkelere gelip, bol keseden kâr etme imkanları var. Sonunda kârlarını alıp, yaptıkları borçları geri ödeyecekler ve kamunun piyasayı likidite vermesinden kâr edecekler.
Geçen gün uluslararası piyasayı iyi bilen bir dostum, örneğin Ukrayna’ya bile, ekonomisi, bankacılık sistemi kötü olduğunun bilinmesine rağmen, yüklü miktarda sıcak para girdiğini söyledi. Bu likidite o kadar fazla ki; neredeyse her ülkeye gidiyor.
Türkiye ise en cazip ülkelerden biri. Tüm ülkeler enflasyon oranlarını bu kriz sırasında iyice indirdiler ama bizde hâlâ yüzde 8-10 aralığında. Yüzde 8 faiz getirisi var, üstüne üstlük TL de uzun zamandır değer kaybetmiyor. Yani “ballı börek” gibi bir şey...
Üstüne bir de ülkenin Başbakanı çıkıp “Değerli TL iyidir” diye resmi açıklama yapıp, bir anlamda uluslararası piyasalara güvence verince, yani yüzde 8 faizin yanısıra bir de TL değerleneceği için artı kâr imkanı olunca, Türkiye sıcak para için en cazip ülkelerden biri haline geliverdi. Milyarlarca dolar akıyor piyasalara...
Peki, nereye kadar derseniz, en azından seçime kadar gideceği bence kesin...
Herkes kur savaşı içinde yer alıyor, bizde ciddi bir önlem alındığını görüyor musunuz?
Bu bile Hükümetin sıcak parayı ne kadar çok iste diğini, bu yolla seçime kadar bahar havası estirmeye çalışacağını artık kesin olarak gösteriyor.
Bu sıcak para kâr için burada olduğuna göre, bir ödeme yapılıyor değil mi? Kim ödüyor dersiniz? Halkın ödediğinin yanında, bırakın ihracatçıyı, sanayi de ölüyor, ne gam...
Bol likidite tüm dünya için afyon yutmuş gibi etki yapıyor, likiditenin artmasına neden olacak kötü haberler bu nedenle sevinçle karşılanıyor. Biz ise, seçimin de etkisiyle, verilen siyasi kararla neredeyse tüm ülkelerden fazla afyon yutmuş oluyoruz...
Bu uyuşma bir gün bitecek, o gün ödenecek fatura ise her geçen gün ağırlaşıyor.

[Hürriyet Gazetesi] [11 Ekim 2010]

06 Ekim 2010

Gül komşunun haline, gelmesin başına! [Ertuğrul ÖZKÖK]

İNSAN komşusunun düştüğü hale bakıp gülebilir mi?

Erdemli bir insan bunu yapmaz. Komşu, komşunun halinden anlar.

Ama itiraf edeyim, bu yazıyı yazarken, komşumuz Yunanistan’ın haline gülmekten kırılıyordum.
Vallahi erdemsiz olan ben değilim.
Vanity Fair, ekim sayısında Yunanistan’daki ekonomik krizle ilgili öyle bir yazı yayınladı ki içimden şu geçti.
Dergi Woody Allen’ı gönderseydi ancak bu kadar gülebilirdim.
İşte size komşumuzun içinde bulunduğu durumdan inanılmaz manzaralar.
* * *
-  Herkes Yunanistan’ın borçlarını 400 milyar dolar sanıyordu. Ancak IMF uzmanları işin içine girince anlaşıldı ki, gerçek borç 1.2 trilyon dolar. Çünkü bütün devlet yardımlarını saklamışlar. İnanamadınız değil mi? Bunun anlamı şu. Her Yunan vatandaşının 250 bin dolar borcu var.
-  IMF uzmanları hayretler içinde şunu gördüler. Yunanistan bütçesinin kayıtlarında ne kadar para harcanacağı yazılıydı. Ancak ne kadar para harcandığına dair bir kayıt bulunamadı.
Ve hayretle bir şeyi daha gördüler. Yunan Parlamentosu’nun bir bütçe komisyonu yoktu.
-  Devlet dairelerinde çalışanlar, özel sektörde çalışanların 3 katı para alıyor.
-  Tarım Bakanlığı, hazine arsalarının dijital fotoğraf kayıtlarını yapmak üzere 270 kişiyi işe aldı. Ancak bunlar için bütçeye konmuş bir para yoktu. Üstelik işe alınanların hiçbiri dijital fotoğraf uzmanı değildi. Aralarında çok sayıda berber vardı.
-  Yunan Devlet Demiryolları’nın yıllık geliri 100 milyon Euro. Şirketin sadece personel gideri 400 milyon Euro. Buna 300 milyon Euro da öteki harcamaları eklemek gerekiyor.
Netice: Bir IMF uzmanı diyor ki: “Eğer Yunan demiryolu şirketi, her yolcusunu gideceği yere taksi ile gönderse devlet daha kârlı çıkar.”
Küçük bir not: Bu kadar zarar eden bir şirkette çalışanların ortalama yıllık maaşı ne biliyor musunuz: 65 bin Euro. Yani 120 bin Türk lirası. Böl 12’ye, eder ayda 10 bin lira.
-  Yunanistan’ın resmi bir istatistik enstitüsü yok. O nedenle devlet bütçesine ait rakamlara hiçbir Avrupa devleti inanmıyor. Avrupa Birliği maliye bakanları toplantısında ilginç bir şey oldu.
Yunanlı bakan rakamları okuyunca öteki bakanlar gülmeye başladı. Yunanistan’ın yeni Maliye Bakanı, (bir anlamda onların Kemal Derviş’i) bir arkadaşına şu sözleri söyledi:
“Haklılar. Ama ne yapayım, okuduğum kâğıdın altında Yunanistan Hükümeti yazıyor. Yeni Yunan Hükümeti yazsa gerçeği söylerdim.”
-  Devlet hastanelerinde çalışan personel, evinin bütün deterjan, tuvalet kâğıdı, ilaç vs. gibi ihtiyaçlarını çalıştıkları yerden alıp götürdüğü malzeme ile karşılıyor ve kimse bir şey demiyor.
-  Yunanistan’ın kamusal eğitim sistemi, Avrupa’nın en kötüsü. Buna karşılık ortalama bir Yunanlı öğretmenin maaşı Finlandiyalı öğretmeninkinin üç katı.
-  Vanity Fair’in muhabiri bütün bunları gördükten sonra yazısının bir bölümüne şu harika başlığı atmış: “Ve Yunanistan matematiği keşfetti.” Matematiği eski Yunanlılar keşfetmişti. Devlet matematiğini keşfetmek de yeni Yunanlara nasip oldu!
Ben de bunları okuduktan sonra yazımın başlığını attım:
“Gül komşunun haline, gelmesin başına!”

EĞLENCELİ BİR DOMATES HİKÂYESİ

BİLİYORUM şimdi yine komplo teorileri başlayacak.
Önceki gün enflasyon rakamlarının yükseldiği açıklandı.
Malum bir de 4 liraya gelmiş domates fiyatları var.
Sayın büyüklerim, lütfen yanlış anlamayın.
Amacım, bunları bahane edip demode bir “Zehra Hanım teyzenin filesi” muhalefeti yapmak katiyen değil.
Olay daha eğlenceli, daha öğretici.
Yunanistan, 2001 yılında “Euro bölgesine” girince, Avrupa Birliği kendi ekonomik kriterlerini empoze etti.
Mesela bütçe açığı kesinlikle gayrisafi milli hasılanın yüzde 3’ünü geçmeyecekti.
Bu iş kolay halledildi. Nasılsa resmi bir istatistik kurumu yok. Nasılsa bütçe komisyonu yok. Bütçe kayıtları yok.
Savunma harcamaları ve birçok devlet yardımı kalemi bütçe kayıtlarından çıkarıldı.
Hoop, bütçe açığı bir gecede yüzde 3’ün altına indi.
İş enflasyonun düşürülmesine gelince, “Yeni Yunan matematiğinin” dehası devreye girdi.
Önce elektrik, gaz fiyatları donduruldu. Alkol, sağlık vs. harcamaları üzerindeki vergiler indirildi.
Yetmeyince “domates formülü” devreye sokuldu.
Fiyatı yükselen domates bir gecede enflasyon endeksinden tard edildi. Yani çıkarıldı.
Avrupa ekonomisini yakından takip eden Wall Street analistlerinden biri bu rakamların nasıl böyle aşağı çekildiğini incelemek için yetkililerle konuştu.
Adam dinledikleri karşısındaki duygusunu şöyle açıklıyor:
“Kahkahadan yerlere yıkıldım.”
Çünkü Yunan yetkili gayet açık ve ciddi bir ifade ile enflasyon sepetinden, nasıl limonları atıp, yerine ucuz portakal koyduğunu anlatmış.
Wall Street uzmanı buna “Endeks masajı” diyor.
Türkiye’de, Önceki gün açıklanan rakamlara bakınca içimden şu geçti.
Acaba biz ciddi bir ülke mi olduk?
Yoksa bizde “endeks masajı” bilen uzman mı kalmadı.
[Hürriyet Gazetesi][06 Ekim 2010]