17 Kasım 2009

Rektörden Ata'ya ilginç mektup [Radikal Gazetesi]

DENİZLİ - Pamukkale Üniversitesi (PAÜ) Rektörü Prof.Dr. Fazıl Necdet Ardıç’ın, Atatürk’e ölümünün 71'inci yıldönümü dolayısıyla yazdığı mektupta ilginç ifadeler yer aldı. Tersname şeklindeki mektubuyla önce şaşırtan, ardından eleştirilerini sıralayan Prof. Dr. Ardıç, öğrencileri tarafından uzun süre ayakta alkışlandı. Pamukkale Üniversitesi’ndeki Atatürk’ü anma törenlerine Rektör Prof. Dr. Fazıl Necdet Ardıç’ın yazıp öğrencilerine okuduğu mektup damgasını vurdu.
“Değerli büyüğümüz, liderimiz, sevgili atamız; bugün sen doğalı 128, Cumhuriyet kurulalı 86, seni kaybedeli 71 sene oldu” diye başlayan mektupta, şu ifadeler yer aldı: “Geçen senelerde çok çalıştık, hiç durmadık. Vatanımız güllük gülistanlık. Her köşesini demir ağlarla ördük. Çevremizdeki komşularımızla oluşturduğumuz barış çemberi devam ediyor. Emperyalist güçler hala bize diş geçiremediler. Madenlerimizin hepsini bulduk, ekonomimize kazandırdık. Osmanlı Bankasından aldığımız dersle milli bankalarımızı koruyoruz. Türk sermaye birikimi zorlukla oluştu, fabrikalar kurdu, onların yüzyıllık fırsatçı uluslararası sermaye önünde ezilmemesine dikkat ediyoruz. Bilim adamlarımızın geliştirdiği yeni ürünlerle dünyanın her yerinde aranan mamülleri üretiyoruz. Bu yüzden işçilerimiz refah içinde ve mutlu. O çok önem verdiğin eğitim sistemimiz süper, bırak okuma-yazma bilmeyen kalmamasını herkese fırsat eşitliği, kaliteli eğitim, uzmanlaşma en üst düzeyde. Toplumun eğitim düzeyi yüksek, boş zamanlarında herkesin elinde bir kitap! Güzel sanatlar ve spor hayatımızın içinde, herkesin ilgilendiği bir uğraşısı var. Her şehirde tiyatrolarımız, sanat gruplarımız hem halkımızı devamlı eğitiyor, hem de sosyal ortamlar sağlıyorlar. Hele kütüphanelerimizi görmeni isterdik. Çiftçimiz her zamanki gibi baştacımız, köyde olmak eğitimsiz olmak anlamına gelmiyor. Kendi tarlalarımızda kendimize yeterli olmak için çok çalışıyoruz. Milletimizin birliği, ortak dilimiz sayesinde pekişti. Devletin parası hepimizin ortak varlığı, yokluk günlerini unutmadık, çok titiz bir şekilde harcanıyor. Borçlarımızın hepsinden kurtulduk, hatta bazı ülkelere boyunduruk altına girmesin özgür kalabilsin diye borç bile verebiliyoruz. Halkımızın maneviyatı sağlam, istediği gibi ibadetini yapıyor, kimsenin kulu değil, çünkü dininin kurallarını Türkçe öğreniyor, ibadetini Türkçe yapıyor. Bu konuda fırsat olmayınca, onları kandıracak ruhban sınıfı da kalmadı. Kurduğun tarih kurumları sayesinde, kendi tarihimizi hem materyalist çıkarcı batı bakışından, hem İslamik Arap emperyalizminden, hem tek yanlı kindar Çin söylemlerinden kurtardık.”
-SENİ DANSÖZ GİBİ PASTADAN ÇIKARIYORLAR-
Bu ifadeler törendeki öğrencilerde şaşkınlık yaratırken, Rektör Ardıç, mektubuna şöyle devam etti: “Değerli Atam, Lütfen kızma, seninle eğlendiğimizi düşünme. Senin zaten gerçekleri bildiğini biliyoruz. Bütün bunları; 71 yıldır atılan o gösterişli, ağlak nutuklardan, samimiyetsiz törenlerden sıkılmışsındır, mektubun girişinde seni birazcık gülümsetebilir miyiz diye yazdık. Çünkü senden hatıra kalan resimlerdeki o içten tebessüm sana çok yakışıyor. Doğrusunu istersen, senin gibi liderler artık bu günlerde pek muteber sayılmıyor. Seni bekarlık partilerindeki dansözler gibi pastadan çıkarıyorlar. Açık konuşmak, düşünmek, yorulmadan çalışmak değer kaybetti. Artık fikir tartışmaları bile farklılaştı, halkın kimin ne demek istediğini anlamasına imkan yok. Toplum mühendisliği öyle gelişti ki, artık tutarlılığa bile gerek kalmadı. Öyleki fikrin başlığı, sloganı ve içeriği tamamen farklı olabiliyor. Barış isteyerek savaş, birlik isteyerek ayrılık, eşitlik isteyerek sömürü, demokrasi isteyerek baskı kolayca yapılandırılabiliyor. Ama sen bunların olacağını zaten biliyordun. Bize nelerle karşılabileceğimizi açıkça söylemiştin. ‘Ey Türk Gençliği’ diyen sesin hala kulaklarımızda. Gençken bu hitabeyi her okuyuşumuzda hepimiz içimizden ‘üzerimize düşeni yaparız elbet’ demiştik. Şu anda kaçımızın hala aynı fikirde olduğunu tahmin etmek biraz zor. Neyse! Senin ideallerine inanan, seni putlaştırmamış, her olayı bilimin penceresinden değerlendiren bizler buradayız. Eskisi kadar çok değiliz. Senin gösterdiğin yolun değil de senin yarattığın gücün etrafında toplananların hepsi yolda döküldü. Kimisi paranın gücüne, kimisi iktidar nimetlerine dayanamadı. Kimisi dünyada popüler olmayı, ülkesinde onuruyla yaşamaya yeğ tuttu. Kimisi korktu. Anlık rüşvetleri, çocuklarının geleceğine tercih etti. Kimisi hümanist kesildi. Tarihin neden tekerrür ettiğini unutup, ülkesine başkasının gözlükleriyle bakmaya başladı. Kimisi sivil toplum örgütçüsü oldu. Parayla fikir ithalatçılığı yaptı. Kimisi kendine iktidar alanı açmak için, bugüne kadar bu ülkeyi yüzlerce kere dolandırmış kişilerle işbirliği yapıp, onları idare edebileceğini sandı.
-ŞİKAYET EDİYORUZ DİYE DÜŞÜNME-
Ama hepsinin vicdanı, 128 yıl önce doğan senin görüşlerinin, günümüzde de hala geçerli olmasını kaldıramadığından, bütün yapılanların senin görüşlerine uygun olduğunu anlatmak için neler uyduruyorlar neler, yaratıcılıkta sınır yok, keşke görebilseydin. Artık yolumuza onlarsız devam ediyoruz. Bu anlattıklarımı sakın bir şikayet veya bir çaresizlik ifadesi olarak düşünme. Sadece bize gerçekleri görmeyi, ona göre politikalar üretmeyi, kendine ve milletine güvenerek onurlu davranmayı sen öğrettin. Sen aramızdan ayrıldıktan sonra ulusal hedeflerimize konsantrasyonumuzu kaybettik, birbirimizle uğraştık, küçük kurnazlıklarla vakit kaybettik, düşmanlarımızın ülkemizin planlarına müdahil olmasına izin verdik. Kişisel çıkarlarını siyaset diye yutturanlarla, milleti için fedakarca çalışanları birbirinden iyi ayıramadık. Ağaları, şeyhleri, savaş zenginlerini, saltanat meraklılarını, din bezirganlarını yeniden hortlattık. Senin yönetimine diktatörlük diyenlerin, demokrasi diye diye nasıl kendi krallıklarını kurduklarını zamanında fark edemedik. Ama artık daha tecrübeliyiz. Kolay kolay, gazete haberlerinin, kimin çektiği belli olmayan filmlerin, yalancı kahramanların tuzaklarına düşmüyoruz. Bütün hatalarımıza rağmen uğraşıyoruz, didiniyoruz, anlatıyoruz, uyandırmaya çalışıyoruz.
-NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE DEYİŞİNİ ÖZLEDİK-
Bizimle dalga geçiyorlar: Emperyalizm çağının bittiğini, dünyada bütün ülkelerin barış içinde, uygarlık yolunda yürüdüğünü artık bizi millet yapan, bu vatanda birarada tutan bu fikirleri bırakmamız gerektiğini söylüyorlar. Üzülmüyoruz, yılmıyoruz, tekrar uğraşıyoruz, tekrar anlatıyoruz. Biz, daima burada olacağız. Ama, seni özledik. Senin ufkunu özledik. Yol göstericiliğini, milletine her zaman güvenmeni, senin onurunu özledik. Senin sarı saçını, mavi gözünü, dostluğunu özledik. Vatanın için verdiğin emeği, yaptığın fedakarlığı, bizleri hep biraraya getirmeye çalışmanı özledik. Her kelimeni dikkatle seçişini, kim olursa olsun karşındakine gösterdiğin saygıyı, sözlere yüklediğin anlamın derinliğini özledik. Bağımsız karakterini, barışa hasretini, gerektiğinde çizmelerini çekip savaşa hazır olma kararlılığını özledik. Kendi kendini eğitmeni, okumadan bilenlerle tartışmadan karar vermeyişini özledik. ‘En hakiki mürşit ilimdir’ diyen sesini, bilim adamlarına verdiğin desteği özledik. Davet edilmeden hiçbir uluslararası kuruluşa yüz vermeyişini, dış seyahatlere gitmeden bütün kralların seni ziyarete gelişini, milletine uşak dedirtmeyen özgüvenini özledik. Uzak görüşlülüğünü, çocuklara olan sevgini, gençliğe güvenini, geleceğe olan inancını özledik. ‘Ne mutlu Türküm diyene’ deyişini özledik. Seni Özledik.
-SEN RAHAT UYU-
Senin inançlarını, yaptıklarını, herşeye rağmen, üniversitemizde yaşatıyoruz. Hedeflerimizi hiç değiştirmedik, Halkımızın refahı, Vatanımızın bütünlüğü, Vicdanımızın özgürlüğü, Birey olmanın özgüveni, Bilimin ışığı. Atam, hepimiz, öğrettiklerini, seni, unutmadık. Sen rahat uyu. En derin saygılarımızla ve en içten sevgilerimizle.” PAÜ Rektörü Prof.Dr. Fazıl Necdet Ardıç’ın, öğretim elemanları, memurlar ve öğrenciler adına okuduğu mektup uzun süre alkışlandı. 8dha)
[Radikal Gazetesi] [10 Kasım 2009]

11 Kasım 2009

Bir sinek bir kartalı kaldırdı yere çaldı Yalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu [Cetin ALTAN]

Birkaç gündür sabahları, saat 6 sularında pencereden dışarıya baktığımda Tevfik Fikret’le burun buruna gelmiş gibi oluyorum.
* * *
Bir sis perdesi, pencereyi dışarıdan kapatmış gibi.Cihangir’den ne Kızkulesi görünüyor, ne Boğaz, ne Salacak; Göztepe’den de ne Marmara, hatta ne de Adalar...
* * *
100 yıl önce Tevfik Fikret, aynı manzarayı “Sis” şiirinde şöyle, anlatıyordu; -sadeleştirilmiş olarak- :
Sarmış yine ufuklarını çok inatçı bir duman;
Bir karanlık beyazlık ki, çoğalmakta durmadan.
Baskısının altında silinmiş gibi görüntüler,
Bir tozlu yoğunluktan ibaret bütün her yer.
* * *
Her ne kadar kendileri farkında değillerse de, 20-25 yıl süreceğe benzeyen çalkantılı bir dönemde, okkanın altına gitmek istemeyen gençler; önce nasıl bir tepsinin içinde yaşadıklarının bilincine varırlarsa, ola ki daha kolay kurtarabilirler paçayı...
* * *
Bunun en kestirme yöntemlerinden biri de, Tevfik Fikret’i merak etmek; onun “Rubab-ı Şikeste, Kırık Saz” adı altında topladığı şiirlerine, A. Kadir’in “Bugünün Diliyle Tevfik Fikret” adlı kitabında şöyle bir göz atmak...
* * *
Gerçi kimse iplemeyecektir böyle bir öneriyi ama, olsun.Belki merak eden bir kaç kişi de çıkar.
* * *
Tevfik Fikret’ten söz açınca; kendisinin çağdaşı ve öfkeli bir karşıtı olan, “İstiklal Marşı”mızın şairi Mehmet Akif’i de, anımsamamak olmuyor.Üstelik Akif, siyasal nutukların sürekli gündeminde.
***
Dünyadaki 200 devlet arasında, Mehmet Akif’in eseri olan “Milli Marşımız”ı en çok tekrarlayan tek ülke de biziz.
* * *
Nasıl ki, en çok resmi bayrama sahip olan tek ülke de yine biziz. 23 Nisan Çocuk Bayramı,
* * *
Gazi Mustafa Kemal Paşa, “garbın muassır medeniyet seviyesine erişmeyi”; yani “etli şaraplı, kadınlı kahkahalı bir masa” simgesiyle de özetlenebilen, “çağdaş bir burjuvalaşmayı” hedef olarak gösteriyordu.
* * *
Mehmet Akif ise, “İstiklal Marşı”nın, koro halinde okunmayan alt bölümünde şöyle diyordu:Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.Ulusun, korkma nasıl böyle bir imanı boğar,Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar?
* * *
İnsanın aklı biraz karışır gibi oluyor:- Medeniyet dediğin, tek dişi kalmış canavar mı; yoksa ulaşmayı hedeflediğimiz bir çağdaşlık mı?
* * *
İşte 20-25 yıl kadar süreceğe benzeyen çalkantılı bir döneme doğru kayılmasının, bize özgü ilk tohumlarından biri...
* * *
450 bin erkek erkeğe kahvesinin bulunduğu, köylü tarımsallığından, endüstri kentliliğine geçilememiş bir ülkede; “kışla” ağırlığıyla “burjuvalaşmış imajı” yaratmak, yumurtasız bir omlet görüntüsünün resmini yapmaya kalkmak gibi...
* * *
Mehmet Altan’ın sık sık üstünde durduğu; Birleşmiş Milletler’in “İnsani Gelişme Raporu”na göre 2009 yılında, “okuryazarlık” açısından Türkiye, 186 ülke içinde 77’nci sırada
.* * *
Ya 40 yaşından önce ölme olasılığında kaçıncı sıradayız; 50’nci...“İnsani Yoksulluk Endeksi”nde de; 40’ıncı sıradayız...
* * *“
İnsani Gelişmişlik Açısı”ndan ise, 79’uncu sırada Norveç de 1’inci sırada...
* * *
“Vatan, millet Sakarya” nutukları, gümbür gümbür maşallah...Ne çare ki, kahramanlık nutukları; nutukçuların payelenmesine yaradığı kadar, nutukları alkışlayanların kesesine bereket yağdırmıyor.
* * *
Neyzen Tevfik’in de aklı, kahramanlık nutuklarıyla siyasetçiler çiftliğine girmişlerden birine takılmış olmalı ki, o ünlü taşlamasını yazmış:
Kime sordumsa seni doğru cevap vermediler;
Kimi hırsız, kimi soysuz,
kimi deyyus dediler.
Künyeni almak için Parti’ye ettim telefon,
Bizdeki kayda göre şimdi o mebbus dediler.
* * *
Onca gürültü patırtı arasında, Cihangir’deki dostumuz Bakkal Şener, dükkânını kapatmak zorunda kaldı.Manav dostumuz İrfan ile Zeki’nin ağabeyi Ahmet dostumuzun da, güpegündüz evini soydular.
* * *
Pastırma yazı ise, Haliçkıyılarında da bir masal rüyası, Kalamış kıyılarında da...
* * *
Tevfik Fikret, öyle bir rüyanın hak edilmesini istemişlerdendi.
[Milliyet Gazetesi] [11 Kasım 2009]

10 Kasım 2009

Masal değil ‘yeni hikâye’ lazım bize [Osman ULAGAY]

Gerçek olmayan ya da gerçekleşmesi zor olan olayları anlatan ve daha çok çocuklara anlatılan hikâyelere masal denir. ‘Hikâye’ ise “gerçek veya tasarlanmış olayları anlatan düz yazı türü” diye tanımlanıyor TDK Sözlüğü’nde. Ekonomi yazınında, bir ülkenin, firmanın hatta bir kişinin izleyeceği yol haritasını anlatan bir senaryo anlamında kullanılıyor ‘hikâye’ sözcüğü. İyi bir ‘hikâye’niz varsa başarılı olma şansınız da var. Önceki gün Ankara’da, Gazi Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nün yayın organı olan Ekonomik Yaklaşım Dergisi tarafından düzenlenen “2008 Küresel Ekonomik Krizi ve Türkiye’ye Yansımaları” konulu kongrenin üçüncü gününde yapılan sunumları ve tartışmaları izlerken, Türkiye ekonomisinin acil olarak yeni bir ‘hikâye’ye ihtiyacı olduğunu düşündüm bir kez daha.Ekonomide her şey yolundayken küresel kriz nedeniyle geçici bir küçülme dönemi yaşandığını ve Türkiye’nin krizden en çabuk çıkıp en hızlı büyüyen ülke olacağını söyleyenler, aslında kendilerinin bile inanmadığı masalları anlatıyor bize. Tablonun en alt satırında yer alan, hükümetin Orta Vadeli Program (OVP) hedefleriyle gelişmekte olan ülkeler için yapılan tahminler karşılaştırıldığında da bu gerçek hemen ortaya çıkıyor. Türkiye ekonomisine 2002-2006 yılları arasında büyüme ivmesi kazandıran eski ‘hikâye’ ile dünya liginde öne çıkma şansımız yok.


Eski ‘hikâye’ masal oldu2001 krizinden sonra yazılan ve Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı tarafından geliştirilerek uygulanan senaryo ya da ‘hikâye’ 2002-2006 döneminde ekonomimize bir büyüme ivmesi kazandırdı ama tüm veriler, 2006 yılının ikinci çeyreğinden itibaren bu ivmenin sona erdiğini ve düşüşün başladığını gösteriyor.Bu sürecin tutarlı ve ayrıntılı bir analizine henüz rastlamadım ama şöyle bir izlenimim var: 2006 ortasında dıştan gelen mini şokla döviz kurunda yaşanan zıplama ve buna tepki olarak faizlerin yükseltilmesi, özel sektörde yerleşmeye başlayan “Artık her şey iyiye gidiyor, yeni kriz olmaz, önümüz açık” inancını sarstı ve tereddüt yarattı. 2007 yılında cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde tırmanan siyasi belirsizlik de buna katkıda bulundu.AKP, 2007 seçimlerinde ezici bir zafer kazandıktan sonra, zihinlerde beliren tereddütleri giderecek bir yola girseydi ve ekonomi için yeni bir yol haritası ya da ‘hikâye’ ortaya koyabilseydi belki sonuç farklı olabilirdi ama bu yapılamadı. Tersine aşınmış olan eski ‘hikâye’nin bir masal gibi anlatılmasıyla yetinildi. 2008 krizi patlayınca da bu kez “Bu kriz bizim krizimiz değil, bizi teğet geçecek” masalı anlatılmaya başlandı. Bu süreçte hükümetin inandırıcılığı sıfıra indi ve Türkiye krizden en ağır etkilenen ülkelerden biri oldu. Şu anda gelinen noktada eski ‘hikâye’den ayakta kalan bir şey de kalmamış durumda. Mali disiplin hayal oldu, IMF çapası çöplükte duruyor, AB çapasına inanan kalmadı. Yeni ‘hikâye’ olmadan başarı olanaksız. Bunun nasıl bir ‘hikâye’ olabileceğini bir başka yazıda ele alacağım.

Krizde neden darbe yedik?Türkiye’nin küresel krizden en ağır darbe yiyen ülkelerden biri olması gerekmiyordu aslında. Banka sistemimiz sorunlu değildi, “toksik” kâğıtlara bulaşmış değildik, konut balonumuz yoktu, hane halkımız dünya standartlarına göre fazla borçlu değildi, ihracatın ekonomimizdeki ağırlığı çok fazla değildi ama krizde en derin küçülmeyi yaşayan ekonomilerden biri olduk.Bunun nedenini merak edenler Hesap Uzmanı Onur Elele tarafından hazırlanan ve Vergi Konseyi tarafından yayınlanan Küresel Kriz ve Türkiye başlıklı kitapçığa bakabilirler. Küresel krizin tırmanış sürecinde, 2008’in eylül ayı ile 2009’un eylül ayı arasında kalan dönemde dünyada ve Türkiye’de alınan ve alınamayan önlemleri tek tek özetleyen, bir kriz güncesi niteliğindeki bu kitapçığa bakınca Türkiye’nin neden ağır darbe yediği daha iyi anlaşılabiliyor.
[Milliyet Gazetesi] [09 Kasım 2009]

07 Kasım 2009

Milli gelir bu yıl 1625 dolar az olacak [CNBC-e]

2009 Yılı Programında bu yıl 14 bin 761 doları bulacağı tahmin edilen Satınalma gücü paritesine (SGP) göre kişi başına gelir, küresel krizin etkisiyle 2010 Programına göre, 2009'da bu rakamın 1625 altında, 13 bin 136 dolar düzeyinde gerçekleşeceği tahmininde bulunuldu.

SGP'ye göre, kişi başına milli gelirin 2010 yılı sonunda ise 13 bin 647 dolara yükseleceği tahmin ediliyor.

2010 Programına göre yıl ortası nüfusu ise bu yıl 71 milyon 897 bin, gelecek yıl da 72 milyon 698 bin olacak.

06 Kasım 2009

Varlık balonu patlar, dolar yüzde 20 artar [CNBC-e]

"Kriz kahini" olarak anılan Nouriel Roubini, varlık balonunun en geç bir yıl içinde patlayıp, doları yüzde 20 yükseltebileceğini öngördü.
NEW YORK - "Kriz kahini" olarak anılan New York Üniversitesi Ekonomi Profesörü Nouriel Roubini, Fed politikalarının carry trade'i (Faizi düşük para birimi cinsinden borçlanıp, getirisi yüksek para birimine yatırım yapma) güçlendirdiğini söyledi.
CNBC'nin yayınına katılan Roubini, carry trade ile oluşan balonların tüm dünyayı sardığına dikkat çekti.

Roubini, "Fed henüz tahvil alım programını tamamlamadı, faizleri de uzun süre düşük tutacak. Bu da, carry trade'in uzadıkça uzayacağı anlamına geliyor. Klasik carry trade'de dolar cinsinden borçlanır, Türkiye,Brezilya, Avustralya gibi faizi daha yüksek ülkelerin para birimleri ve varlıklarına yönelirdiniz. Şimdi ise, işin içine petrol, enerji, emtia ve küresel ekonomideki tüm riskli varlık sınıfları dahil oldu. Mart'tan bu yana, küresel anlamda senkronize bir balon oluşuyor. Bu defa balon sadece ABD'nin değil, tüm dünyanın balonu" dedi.
Roubini'ye göre, carry trade bir yıl zarfında sona erecek ve dolarda yüde 20'ye varan yükselmeye neden olacak.

Roubini şöyle konuştu: "Dolar ufak bir düzeltme yaptı, ama Mart'tan bu yana düşme trendini koruyor. Şimdi değil, ama 6 ay ila 1 yıl zarfında carry trade tersine dönecek. Dolar, zamanında yende olduğu gibi ani bir şekilde fırlayacak. Ancak, doların yükselmesi yüzde 2-3 değil, yüzde 15-20 olacak. Böylece varlık balonu patlayacak. Balon ne kadar büyükse, patlama da o kadar büyük olur."

Roubini, carry trade'in sona ermesiyle yaşanacak paniğin, sadece kendisinin endişesi olmadığını söyledi ve ekledi: "Piyasa "V" şeklinde bir toparlanma fiyatlandırıyor. Eğer "U veya "W" şeklinde bir toparlanma olursa, ki işsizlik yüksek olduğundan ben "U" diye öngörüyorum; riskten kaçış geçen yıl olduğu gibi dolar alımını hızlandırır. Dolar değerlenmeye başlayınca herkes aynı anda riskli varlıklardan çıkmak konusunda acele edecek. Bu endişe sadece bana değil, tüm merkez bankalarına ait."

PETROLÜN 100 DOLARA ÇIKMASI ZARAR VERİR
Roubini, ayrıca petrol fiyatlarının 100 dolara çıkmasının, ekonomiye zarar verebileceğini söyledi. Roubini, petrolün 100 dolara çıkmasının ekonomi üzerinde yaratacağı etkinin, 147 dolarlık rekorla aynı düzeyde olacağını ifade etti.

02 Kasım 2009

Eksen kayması değil, vizyon icabı...[Ceyda Karan]

2000’lerin başından beri Batı’da pek popüler olan, Türkiye’de de giderek daha fazla benimsenen bir formülasyon var: ‘Bir ayağı Avrupa, diğer ayağı Asya’da olan Türkiye, Batı ve Doğu alemleri arasında köprü vazifesi görme potansiyeline sahip’. Türkiye’yi tepeden tırnağa ‘Batılı’ değerlerle bezenmiş görmek isteyenler dahi, nicedir ‘Doğulu’ yanını teslim eder. Bu durumda Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, son günlerde yine ısıtılan ve başlıca müsebbibi Ankara’nın İsrail’e koyduğu açık tavır olan ‘eksen değiştirme’ tartışması karşısındaki sözleri, gayet yerinde bir saptamanın tekrarından ibaret: ‘Türkiye’nin bir yüzü Batı’ya, diğer yüzü Doğu’ya bakar’. AB Başmüzakerecisi Egemen Bağış, durumu köprü formülasyonundan memnun Batılılara daha çarpıcı ifade etti: “Bir ayağı güçlü, diğer ayağı zayıf bir köprü, uzun süre ayakta duramaz.

Türkiye, yapısal sorunlarına (Kürt meselesi, devletin demokratikleştirilmesi sürecinde orduyla yaşanan gerilimler) karşın, nüfus ve toprak bütünlüğü, jeostratejik konumu, ekonomik potansiyelleri, dinamik sosyal güçleriyle ‘nevi şahsına münhasır’ bir memleket. Ve Türkiye artık ABD’nin Irak işgaliyle Ortadoğu’da güç dengelerinin yerinden oynadığı yeni konjonktürde, Batı’nın zaten yıllardır gözünü hiç ayırmadığı Ortadoğu’da ihmal ettiği rolünü oynamaya soyunuyor. Bunun, hiç kalkışılmadık birşey değilse bile, bugün son derece kapsamlı biçimde formüle edilmiş bir dış politika vizyonu çerçevesinde hayata geçirildiği aşikar. Ülke içindeki ‘Kürt/Demokratik açılımıyla’ kendisine çeki düzen verme çabasına girişen Türkiye, yakın ve uzak çevresinde karşılıklı ekonomik bağımlılıklar ve iyi komşuluk ilişkileri yaratarak, barış ve istikrara dayalı bir düzeni zorluyor. Türkiye’nin bugün bölgesinde ‘yumuşak güç’ diye tabir edilen tek yapıcı aktör konumunu herkes teslim ediyor.

Dış politika vizyonunun ‘komşularla sıfır sorun’ aşamasında sorunların tümü ‘sıfırlanamasa’ dahi, büyük başarılar kaydedildi. Kafkasya’da dondurulmuş sorunların çözümü yolunda adımlar atılması, Ermenistan’la ilişkileri normalleştirme açılımları bunun örnekleri. Şimdi ‘komşularla azami işbirliği’ aşamasına geçilmeye çalışılıyor. 10 yıl önce savaşın eşiğinde bulunulan Suriye ile sınırların açılması, hem Suriye hem Irak ile ‘yüksek düzeyli stratejik işbirliği konseyleri’ kurulması, Basra ve Musul’da başkonsolosluklar açılması, Irak’taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi’yle son temaslar da ikinci aşamanın unsurları.

Türkiye’nin bu çerçevede doğusunda 499 kilometrelik bir sınırı yüzyıllardır sulh içinde paylaştığı komşusu İran’la da işbirliğini geliştirmesi kaçınılmaz. Türkiye 1980’lerde Irak-İran savaşında İran’a ambargo uygulamayan nadir ülkelerden birisiydi. Bugün Türkiye önemli bir enerji rotasında, doğalgazının üçte birini İran’dan tedarik ediyor. İran’ın Avrupa’yı besleyecek Nabucco hattına katılması ancak kazanım hanesine yazılabilir. Türkiye’nin, İran’ı bölgeye etkisi bağlamında tarihsel rakip görse dahi, rekabetten husumet değil karşılıklı kazanım çıkarmayı arzulaması kadar doğal birşey yok.

Lakin Batı’nın biteviye İran’ı nükleer silah üretmekle itham eden ve bölgenin tek nükleer silahlı gücü İsrail’e hiç ses etmeyen çifte standartlı politikası işleri karıştırıyor ve Türkiye’nin hedefleri açısından ortaya nahoş bir tablo çıkarıyor. Zira bölgede Türkiye’nin kontrol edemeyeceği yegane aktör İsrail. 1990’larda Türkiye-İsrail ilişkileri, Suriye, Irak ve İran’ın ‘ortak düşman’ bellenmesi sebebiyetiyle ‘stratejik işbirliği’ düzeyine yükselmişti. Lakin artık Türkiye’nin tehdit algısı değişirken, İsrail-Türkiye uzak noktalara düşüyor. İsrail’in bölgede barışın kilidi niteliğindeki Filistin sorununu çözümsüz tutması da, Türkiye’nin daha geniş bölgesel hedeflerinin önünde engel. Türkiye’nin İsrail’in Gazze saldırısına sert çıkmasıyla başlayıp bu ülkeyi Anadolu Kartalı tatbikatından dışlaması ve askeri işbirliğinin etkileneceği mesajları vermesine varan yeni konumlanışını bu açıdan görmek gerek.

AB üyeliği iddiasını sürdürürken, bölgesinde barışı zorlayan bir Türkiye fikri çok cazip. Cazip olduğu kadar da iddialı. Bu iddianın önündeki en çetrefilli engeller İsrail ve İran’la ilgili olası gelişmeler. Türkiye’nin iddiasını sürdürmek için İran üzerinde daha fazla etkili olması, İsrail’in de sorumlu bir aktör gibi davranmanın aslında hayrına olacağına ikna edilmesi gerekiyor. Kısa vadede Türkiye ile ilişkilerinde açılan mesafeyi kapatmak için en büyük çabayı harcamak ise yine İsrail‘e düşüyor. Türkiye eksen değiştirmiyor, sabırla bölgesinde bir barış havzası oluşturmaya çalışıyor. Asıl tehlike, Batı’nın ‘iyi müttefikliği’ kendi dümen suyundan çıkmamak olarak algılamasında...
[Radikal Gazetesi] [02 Kasım 2009]