25 Kasım 2010

Sanal refah tehlikeli olabilir [Mahfi Eğilmez]

Sabit kur rejimi uygulanırken sanal zenginlik yaratmanın yolu çok maliyetliydi. Örneğin Türkiye, 1970’lerde pahalı ithal ettiği petrolü ucuza satar, böylece insanların satın alma gücünü yüksek tutmaya çalışırdı. Bu politika sonucu bütçe açıkları verir, para basarak bu açığı finanse etmeye çabalardı. 1970’ler boyunca bu nedenle bütçe açıkları genişledi, ardından enflasyon arttı, sonunda döviz gelirleri döviz giderlerini karşılayamaz hale geldi. Türkiye’nin 70 cent’e muhtaç duruma düşmesi böyle oldu. 1990’larda bu kez kamu iktisadi teşebbüslerinin malları ucuz satılır ya da üreticinin malları pahalı alınır oldu. Bu yolla sanal refah sağlandı. Bu kez de bütçe açıkları borçlanmayla finanse edildi. Bir süre sonra faizler taşınamaz noktaya gelince ekonomi çöktü. Bu eğilimler yalnızca Türkiye’ye özgü değildi. Farklı biçimlerde gelişme yolundaki ekonomilerin çoğunda sanal refah artışları sağlanmıştı. Güney Amerika ülkeleri bunların başında geliyordu.

Yalancı zenginlik
2000’lerde küreselleşmeyle birlikte ekonomiler birbirlerine çok daha bağımlı hale geldiler. Bu kez dalgalı kur sabit kurun yerini aldı. Gelişmekte olan ekonomilerdeki yüksek faizler ve yüksek getiriler likidite açısından çekici hale gelmeye başladı. Gelişmiş ekonomilerin likidite fazlası gelişmekte olan ekonomilere aktı ve bu ekonomilerin paraları değerlenmeye başladı. Bu kez önceki dönemlerden farklı olarak kurdan kaynaklanan bir sanal refah artışı ortaya çıktı. Türk Lirası’nın bugün dolar karşısındaki değeri 1.45 oysa olması gereken kur 1.9. Bu durumda Türkler dolarla satılan malları alırken kendilerini olduğundan daha zengin hissediyorlar. ABD’de 5 dolara satılan bir malı bugünkü kurla satın alan bir Türk bu mala 7.25 TL ödüyor. Oysa kur 1.9 olsa bu mala ödeyeceği para 9.5 TL olacaktı. TL, yabancı paralar karşısında değerlendikçe, yani kur düşük kaldıkça, ithalat artıyor. İthalat artınca da iki sonuç ortaya çıkıyor: (1) Cari açığımız büyüyor, (2) Vergi gelirlerimiz artıyor ve bütçe açığımız küçülüyor.
Ödemeler dengemiz yıllık temelde bakıldığında eylül ayı itibariyle 37.1 milyar dolar açık vermiş durumda. Bu gidişle yıl sonunda cari açık 45 milyar doları bulacak. Geçen yılki cari açığın 14 milyar dolar olduğunu, krizden hemen önce ise 45 milyar doları aştığında herkesi endişeye yönelttiğini hatırlamakta yarar olduğunu düşünüyorum. Bütçe açığımız ocak-ekim döneminde 23.1 milyar TL olarak gerçekleşmiş bulunuyor. Bütçe açığının geçen yılın aynı döneminde 43.2 milyar TL olduğunu dikkate alırsak ciddi bir sıkılaşma olduğunu görüyoruz. Bu sıkılaşma bizim yönlendirdiğimiz bir sıkılaşma mı yoksa cari açığa bağlı bir sıkılaşma mı? Yanıtlanması gereken soru bu. Faiz dışı giderler enflasyonun üzerinde, yüzde 12 oranında, artarken vergi gelirleri faiz dışı giderlerin neredeyse iki katı fazla, yüzde 22 oranında, artış göstermiş. Ayrıntılara baktığımızda görüyoruz ki bu artışın çok büyük bölümü ithalde alınan KDV ile ithal edilmiş malların satışından alınan ÖTV’deki artıştan kaynaklanıyor. Yani aslında sıkılaştırmada bizim pek bir katkımız yok: İthalat arttıkça vergi gelirleri artıyor, bütçe denkleşiyor. Ne var ki cari açık artışıyla bütçe denkleştirmek sürdürülebilir bir yöntem değil.
Düşük kurun sağladığı sanal refah gerçeklerin görülmesini önleyerek gereksiz balonlar oluşmasına yol açıyor. Türkiye ve diğer gelişmekte olan ekonomileri bekleyen en önemli tehlike budur.
 [Radikal Gazetesi] [25 Kasım 2010]

24 Kasım 2010

Düşünmeyi Öğretmek [Yılmaz ÖZDİL]

Öğretmenim canım benim

Teflon tavaya hiçbir şey yapışmadığına göre, teflon o tavaya nasıl yapışıyor?


Yüzme zayıflatıyorsa, balinanın stili mi yanlış? Fatih Sultan Mehmet bizim şerefli ecdadımız olduğuna göre, henüz beşikteyken boğdurduğu kardeşleri Bizanslıların haysiyetsiz ecdadı mıydı? Yumurta kolesterolü azdırıyorsa, kalpten gitmemek için niye tavuk eti yiyoruz?

*
Yaş otuz beş, yolun yarısı eder, Dante gibi ortasındayız ömrün’ü papağan gibi tekrar etmesi güzel de, 70 yaşında mı rahmetli oldu Dante?

Eğitim şart’sa, annesi öğretmen olduğu halde üniversite bile okumayan Bill Gates, malı nasıl götürdü?

*
Mustafa Kemal neden müselles’e üçgen demiştir, üçyan dememiştir? Futbol, korner, faul, penaltı, gol, ofsayt, forvet, frikik, maç, pas, skor İngilizceden... Hakem niye Arapçadan?

*
Düşünmeyiz çünkü...
Ezberleriz sadece.

*
Mercidabık mesela...
Nerdedir?

*
Büyükçekmece Gölü’nün yüzölçümü Küçükçekmece Gölü’nden küçük...
E niye büyük?

*
“Azı karar çoğu zarar” ise, “fazla mal göz çıkarmaz” neyin nesi? Atalarımız mı çok kararsızdı, yoksa bazı atalarımız yavşak mıydı?

*
Ölü poposuna pamuk tıkar gibi bilgi sokmaya çalışıyoruz genç zihinlere...

Netice?

Neden’ler yerine sonuç’larla ilgilenen sistemin kaçınılmaz hezimetidir bu.

*
Bakın, geçenlerde Başbakanımız aldı eline tebeşiri, milli eğitim vizyonumuzu kelime kelime yazdı karatahtaya:

Oku, Düşün, Uygula, Neticelendir...

Herkes pek beğendi, alkışladı.

*
Halbuki az düşününce...

Topluyorsun başharflerini:

ODUN çıkıyor!

*
O nedenle, sınıflar 60’ar, 70’er kişi... O nedenle, öğretmen maaşları yerlerde sürünüyor. O nedenle, geçinmek için pazarda limon satıyorlar. O nedenle, gelişmiş ülke insanından hiçbir zekâ eksiği olmayan bir millet, moron gibi dolaşıyor ortalıkta... O nedenle, işsizlerimiz diplomalı.

*
Çünkü, ne kalabalık nüfustur aslında sorun, ne de ülkenin gariban olması... İneklerin sindirim sistemini ezberletiyoruz, düşünmeyi öğretmiyoruz çocuklarımıza...

Temel sorun budur.

*
“Camdan dışarı bakın, ilk ne görüyorsunuz?” diye soran ve “cam” cevabını vermeyenlere sıfır veren bir öğretmenin... “Bakarkör” olmamızı engelleyen bir öğretmenin öğrencisidir bu satırların yazarı...

Dün aradı beni, “Öğretmenler Günü’nü yaz” dedi. Yazıyorum.

*
Değerli öğretmenler...

“Ne yapalım, müfredat böyle, araç gerecimiz eksik, kalorifer yok, hademe az, bilgisayar pahalı” filan, bırakın artık bunları... Düşünmeyi öğretmenin maliyeti, sıfır lira.

[Hürriyet Gazetesi] [24 Kasım 2010]

02 Kasım 2010

Az demişiz [Oktay EKŞİ]

GEÇENLERDE bir tepkimizi dile getirirken Çevre ve Orman Bakanı Prof. Dr. Veysel Eroğlu'nun “neyin bakanı?” olduğunu sormuştuk. Meğer bu laf tam yerine oturuyormuş. Onu da Çevre Bakanı'nın, “cennet” güzelliğindeki İkizdere Vadisi'nde 22 adet hidroelektrik baraj yapılmasını engelleyen sit kararına gösterdiği tepkiyle anladık.

Konunun bir “hukuki” tarafı da var ama, ona gelmeden değinelim:

Veysel Eroğlu'nun aslında Çevre Bakanı anlayışıyla değil “Çevre Düşmanlığı Bakanı” gibi görev yaptığını gösteren son haberi, arkadaşımız Nuray Babacan dün bildirdi:

İkizdere Vadisi'nde Hidroeldektrik Santrallar (HES) kurmak için baraj inşa edilmesine biliyorsunuz önce yöredeki bilinçli insanlar karşı çıktı.

Çünkü her barajın yöredeki tabiatı mahvedeceği aşikârdı. İkizdereliler belki de Veysel Eroğlu'nun sıfatına bakıp kendilerini destekleyeceğini sanmışlardı.
Oysa Eroğlu kendisini hâlâ Devlet Su İşleri Genel Müdürü koltuğunda oturuyor sandığı için tam tersini yaptı:

Tam bir çevre düşmanı gibi HES yapımında ısrar etti. Ama Trabzon'daki Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu geçen gün İkizdere Vadisi'ni “sit alanı” ilan edip de baraj yapımını durdurunca aynen Başbakan Tayyip Erdoğan gibi o da küplere bindi.

“HES'lere karşı çıkanlar Avrupa'dan finanse ediliyor” diyen Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız gibi (3 Eylül 2010 gazeteler) o da tuttu, “ülkesini seven, enerjide dışa bağımlılığın azalmasını isteyen vatansever çevrecilerin de olduğunu” söyleyerek kendisini eleştirenlerin hareketini “vatan hainliği” ile açıkladı.

Meğer o da yetmemişmiş.

Nuray Babacan'ın haberi işte onu ortaya koyuyor. Çünkü haberde “İkizdere Vadisi”nin “sit alanı” olduğuna karar veren Kurulun elindeki yetkinin oradan alınıp Çevre Bakanlığı'na verilmesini öngören bir yasal değişikliğin Meclis'e sunulduğu bildiriliyor.

Şimdi görürsünüz Türkiye'nin güzelliklerinin ırzına nasıl geçildiğini...

Yukarıda Veysel Eroğlu'nun sıfatı ile yaptığının birbirine zıt olduğundan söz etmiştik. Bunun “hukuki” zeminini de söyleyelim:

Biliyorsunuz devletin her kurumunun varlığı, onunla ilgili yasa hükmüne dayanır. Açın Çevre ve Orman Bakanlığı'nın kuruluş yasasını okuyun. Burada Çevre ve Orman Bakanlığı'nın, “baraj” yapmasına izin veren tek kelimelik bir hüküm yok.

Tam tersine yasa, Çevre Bakanı'na, bu sıfatıyla ilgili tam 13 adet görev vermiş. Onlardan biri olarak da “Çevreye olumsuz etkileri olan her türlü faaliyeti ülke bütününde izlemesini ve denetlemesini” emretmiş.

Ama anlaşılan bir kararla Devlet Su İşleri'ni Çevre Bakanı'na bağlamışlar yani “kümesi tilkiye teslim edip” meseleyi çözmüşler.

Biliyorsunuz “ileri demokrasi” ve yeni “hukuk devleti” anlayışıyla yönetiliyoruz ya...

Bu anlayış, Anadolu'daki 2000'den fazla akarsuyu, o yörenin tabiatına ne zarar vereceğini hesaba katmadan tuttu “Baraj yapıp elektrik üreteceğim, bunu da devlete satacağım” diyen şirketlere 49 yıl için peşkeş çekti.

Şimdi, her şeyi satan işte o zihniyetin marifetlerini görüyoruz.

[Hürriyet Gazetesi]

25 Ekim 2010

G-20’nin ‘ kur andı’ tutarsa... [Erdal SAĞLAM]

PİYASALARIN gözü kulağı hafta sonunda Güney Kore’de yapılan G-20 toplantısındaydı. Daha çok da “kur savaşları” için bir karar çıkıp çıkmayacağını, çıkarsa ne içereceğini bekliyorlardı.

G-20 toplantısının ardından açıklanan sonuç bildirgesinde “Piyasaların belirlediği döviz kuru oranlarını gözeteceğimizi ve rekabetçi devalüasyonlardan kaçınacağımızı taahhüt ediyoruz” denildi. Yani bir tür “kur andı” yayımlandı. “And içerim” gibi bir şey yani?
G-20’nin içtiği “kur andı”nın tutma ihtimali, daha doğrusu ülkelerin bu anda sadık kalma ihtimali nedir derseniz, bence çok zor?
Küresel krizden çıkışta aldığı kararlarla öne çıkan G-20 ülkeleri, çıkış sürecinde ise menfaatler çok farklılaştığı için, birlikte hareket etmeyi bıraktı. Krizden çıkış önlemlerinin yarattığı sonuçlar artık her ülkeyi farklı etkilemeye başlamış, küresel dengesizlikler iyice açığa çıkmaya başlamıştı?
İşte bu nedenle ulusal paraların rekabet gücünü korumak için,bizim dışımızda, hemen her ülke bir şeyler yapmaya başladı. En çok da bütün baskılara rağmen Çin’in ulusal parasının değer kazanmasına izin vermemesi, tedirginlikleri iyice artırdı. G-20 öncesinde kur savaşlarının ticaret savaşlarına yol açmasından endişe ediliyor, dengesizliklerin iyice artacağı korkusu dile getiriliyordu. G-20’den çıkan bu karar ticaret savaşlarını önleme tedbiri olarak yorumlandı.
Bence bu andın tutulması, her ülkenin bu anda uyup, gerçekten piyasanın belirlediği kurlara izin vermesi, bir başka deyişle kendi ulusal para değerini gerçek dalgalanmaya bırakması çok zor. Bir düşünün; Çin tüm baskılara rağmen ulusal parasına değer kazandırmamış, iç tüketimini artırmıyor, G-20 toplantısı öncesi göstermelik bir çeyrek puanlık faiz artırımına gitmiş, şimdi tutup parasının değerini mi artırmaya başlayacak?
Çin hazır yakaladığı “çok yoğun pazar kapma imkanı”nı sizce harcamak ister mi?

TÜRKİYE KURALLARA UYDU DA...

Toplantılara katılan Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Ali Babacan, sonuç bildirgesinden önce A.A.’ya yaptığı açıklamada, bu andın ipuçlarını vermişti. Ülkelerin suni bir şekilde paralarının değeriyle oynayıp, para değeri üzerinden geçici avantaj sağlamaya çalışmalarının ne kadar yanlış olduğu, uzun vadede bunun ne kadar zararlı olacağı konusunda G-20’de bir mutabakat oluştuğunu kaderden Babacan, bu sonucun çıkmasını önemli bir adım olarak da niteliyor.
Ancak belli ki Babacan’ın da uygulama konusunda, yani anda sadık kalınacağı hakkında ciddi endişeleri var. Bundan sonra uygulamaya bakacaklarını ifade eden Babacan, “Ülkelerin farklı uygulamalara yönelip yönelmeyeceği, uygulamalarını değişik kılıflara sokmaya çalışıp çalışmayacaklarını” da yakından izleyeceklerini ifade etmiş.
Babacan kurlarla ilgili Türkiye’deki uygulamalara yönelik soruya verdiği yanıtta ise “akıllı, güvene dayalı, uzun vadeli uygulamalara” yöneldiklerini belirterek, temel önceliklerinin istikrar olduğunu söylemiş.
Babacan’ın konuşmasında G-20’de Türkiye ile özel bir sorun dile getirilmediği, kendilerinin saptanan kurallara uyarak adım attıklarını söylediklerine şahit oluyoruz. Bence Babacan haklı bir noktaya parmak basıyor; gerçekten de krizle birlikte Türkiye, iyi mi kötü mü bilemem ama, G-20’deki hemen her karara harfiyen uymuş gözüküyor.
Bu arada Babacan’ın cari açıkla ilgili itiraflarını da izliyoruz. Babacan, kısa vadede bu cari açıkla yaşamak zorunda olduğumuzu, cari açığın finansmanını “şöyle ya da böyle” yapmak durumunda olduğumuzu söylemiş. Ardından da bu sorunun çözümünün yapısal tedbirlerde olduğunun altını çizmiş.
2007’den bu yana, “aksi takdirde sorun çözülmez tam zamanıdır” dediğimiz ama hükümetin o tarihten sonra hiç yanaşmadığı yapısal tedbirleri söylüyor. Yani IMF ile anlaşmanın tamamlanmasından sonraki süreçten söz ediyoruz. İhracatçılar dahil, “IMF gitsin” korosuna karşı “IMF’siz yapısal tedbir alınamıyor” demiştik, şimdi anlaşılıyor mu acaba?


[Hürriyet Gazetesi] [25 Ekim 2010]

Gelen ve giden yabancı yatırım [Yaman Törüner]

Bir ülkenin diğer ülkelere göre dış borçluluk durumunu belirlerken, en az aşağıdaki 10 başlık altında inceleme ve diğer ülkelerle karşılaştırma yapılması gerekiyor:
Kamu sektörünün ve özel sektörün dış borcunun büyüklüğü.
Ülkenin kamu sektörü ve özel sektörünün, varsa diğer ülkelere verdiği borcun büyüklüğü.
Ülkenin merkez bankası ve bankaları dahil döviz ve altın rezervlerinin büyüklüğü.
Ülke merkez bankası ve bankalarının döviz ve altın rezervlerini nerede tuttukları.
Ülkeye dışarıdan gelen birikimli doğrudan yatırım tutarı.
Ülkenin dışarıya yaptığı birikimli doğrudan yatırım tutarı.
Ülkenin borsalarına dışarıdan yapılan yatırımlar.
Ülke vatandaş ve şirketlerinin diğer ülkelerin borsalarına yaptıkları yatırım.
Yabancı ülke vatandaş ve şirketlerinin ülke bankalarında tuttukları mevduat.
Ülke vatandaş ve şirketlerinin yabancı ülke bankalarında tuttukları mevduat.
Bunlara ilaveten, dış ticaret verilerinin, tüm verilerin ülke ekonomik büyüklüklerine oranlarının ve verilerdeki artış hızının da göz önünde tutulması lazım.

Doğrudan yatırım
Bu bölümde, ülkelere gelen doğrudan yatırım ile ülke vatandaş ve şirketlerinin diğer ülkelerde yaptığı doğrudan yatırımları birikimli olarak(stok) karşılaştırıyorum. CIA The World Fact Book’tan aldığım, 2010 yılı başı itibariyle milyar dolar bazında gerçekleşen ve borsalara yapılan sıcak para yatırımlarını hesaba katmayan seçilmiş ülkelere ait veriler şöyle:

Birinci sütundaki “ülkeye gelen doğrudan yabancı yatırımlar stoku” büyükten küçüğe doğru sıralanmış. Bazı ülkeler, kendisinde  yapılandan fazla miktarda yatırımı dış ülkelerde yaparken, diğer bazı ülkeler dışarıya fazla yatırım yapmıyor. Gelişmiş ülkeler genellikle, kendi ülkelerine gelenden fazla yatırımı diğer ülkelere yapıyorlar. Belçika’daki farklılık, Avrupa Birliği’nin merkezinin Brüksel seçilmesi nedeniyle oluşmuş. Çin, bu dengeyi fark etmiş olmalı ki, bizim gibi ülkelere daha fazla yatırım yapacak. Türkiye’nin ise, gideceği daha çok yol var.
[Milliyet Gazetesi] [25 Ekim 2010]

21 Ekim 2010

AB’ye üyelik yolu şimdi tam tıkandı [Kadri Yüksel]

Birkaç gün öncesine kadar, AB’yle üyelik müzakerelerinin çıkmazdan kurtarılması için küçük de olsa bir umut vardı...
KKTC limanlarından AB ülkelerine ticaret yapılmasına imkân veren “Doğrudan Ticaret Tüzüğü” AB tarafından uygulamaya konulabilse ve Türkiye’nin bu koşulunun yerine getirilmesi sonucunda Türk hava ve deniz limanları Rumlara açılabilseydi...
AB de bunun karşılığında Türkiye’nin limanlarını Rumlara kapalı tutması nedeniyle açılmasını engellediği sekiz başlığı askıdan indirecekti... Daha önce açılmış bulunan ve fakat yine aynı sebeple AB tarafından kapattırılmayan müzakere başlıklarıyla da vedalaşmak artık mümkün olacaktı. 
AB’deki bazı karar mekanizmalarında veto hakkını ortadan kaldırarak nitelikli çoğunluğa kapıyı açan Lizbon Antlaşması’nın yürürlüğe girmesinden sonra, bütün bunların olabilmesi için bir umut vardı. İşler yolunda gitseydi, Türkiye nihayet tam üyelik yolunda önemli bir mesafe kat etti ve şimdi yeni etaplara hazırlanıyor diye sevinebilecektik...
Geçen pazartesi itibarı ile artık bu umutların mevcudiyetinden maalesef söz edemiyoruz.
Umut neden kaf dağının ardına düştü, okuma zahmetine katlanacak meraklılar için cevabı aşağıda:
Türkiye, müzakereler için başlangıç tarihi aldığı 2004 sonundaki AB zirvesinde, limanlarını Rum Kesimi’ne açacağı hususunda resmi teminat verdi, ancak herhangi bir vade ile kendisini bağlamadı.
Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin temelini oluşturan 1963 tarihli Ankara Antlaşması hükümlerinin, 2004’te AB’ye üye olan Rum Kesimi’ne teşmil edilmesi bir hukuki yükümlülüktü ve bunun uygulamadaki şartlarından biri de Türk limanlarının Rumlara açılmasıydı.
Bu arada Kıbrıs’ta 2004’te düzenlenen “Annan Planı” referandumundan sonra AB Dışişleri Bakanları, Kıbrıs Türklerinin çözümü desteklemesinin bir “mükâfatı” olarak üç ayaklı bir iyileştirme paketinde anlaştılar. AB’deki Rum engeli nedeniyle bugüne kadar bir türlü uygulanma imkânı bulamayan “Doğrudan Ticaret Tüzüğü” bunlar arasındaydı. Uygulansaydı, Türk bölgesi üzerindeki izolasyon bir nebze hafifleyecekti. Diğer ikisi, Yeşil Hat ve Mali Yardım tüzükleri ise iyi ya da kötü hayata geçirilebildi.
Türkiye ise aslında birbirinden ayrı iki hukuki süreç olan “doğrudan ticaret” ile “limanların açılması” konuları arasında, Kıbrıs sorununun siyasi doğası gereği çapraz bir ilişki kurdu ve Rumlara limanları açmayı, AB’nin “doğrudan ticaret”i fiile geçirmesi koşuluna bağladı.
Böyle olunca da, Rumların “KKTC’nin tanınması anlamına gelir” diyerek “doğrudan ticaret”i engellemesi sonucunda Türk limanlarının Rumlara kapalı tutulması, Türkiye’nin AB’ye üyelik müzakerelerini büyük ölçüde tıkadı.
“Doğrudan Ticaret Tüzüğü”, hazırlandığından bu yana Rum engeli nedeniyle AB Komisyonu’nda bekletiliyordu ki 2009 sonunda Lizbon Antlaşması yürürlüğe girince Rum vetosunu aşmak için bir umut belirdi.
Tüzük, “uluslararası ticaret” başlığı altında ele alındığı takdirde, Avrupa Parlamentosu (AP) Genel Kurulu’nda kabul edildikten sonra AB Konseyi’nde Lizbon Antlaşması gereği nitelikli çoğunluk esasına göre oylanacak ve Rum vetosu işlemeyecekti.
Neticede AB Komisyonu “Doğrudan Ticaret Tüzüğü”nün uluslararası ticareti ilgilendirdiği görüşünü ileri sürerek belgeyi geçen haziranda AP’ye gönderdi.
Bu aşamada Rum itirazları yine etkili oldu... Belgenin uluslararası ticaret konusu değil, Rum Kesimi’nin AB’ye üyeliğini düzenleyen 2003 tarihli Katılım Antlaşması’na ek 10. Protokol zemininde ele alınması gerektiğini ileri süren Rumlar yoğun lobi yaparak konunun incelenmek üzere “Hukuk İşleri Komisyonu”na havale edilmesini başardılar.
Komisyon geçen pazartesi yayımladığı raporda Rumların, “Tüzük uluslararası ticaret konusu yapılırsa bu, Yeşil Hat’tın AB’nin dış sınırı olarak tanınması anlamına gelir” şeklindeki görüşünü destekledi.
AP hukuk biriminin görüşü elbette bağlayıcı değil ama AP’den tersi yönde karar çıkması da mümkün görülmüyor.
Şimdi bu “Doğrudan Ticaret Tüzüğü”, 10. Protokol zemininde ele alınır, AP’den geçip AB Konseyi’ne gelirse Rum vetosuyla engellenir; Türkiye limanları açmaz; başlıklar askıdan inmez ve müzakere süreci bir süre sonra fiilen ölür. Çünkü açılabilecek sadece üç başlık var.
İşimiz Kıbrıs sorununa en kısa sürede çözüm bulunmasına, yani bir mucizeye kalmıştır.

[Milliyet Gazetesi][21 Ekim 2010]

11 Ekim 2010

Piyasalar ‘kötü haber’le coşuyor [Erdal SAĞLAM]

KÜRESEL ekonomiler artık gelen kötü haberlere iyice alıştı, ekonomilere ilişkin olumsuz haberler geldikçe piyasalar coşuyor, yeni yeni rekorlar kırıyor.

Bunun bir örneğini daha geçtiğimiz cuma günü yaşadık. ABD ekonomisi için en önemli göstergelerden biri olan tarım dışı istihdam verisinin değişmemesi, mevcut düzeyi koruması bekleniyordu. Beklentilerin aksine tarım dışı istihdamın 95 bin kişi azaldığı açıklandı. Özel sektörde istihdam 64 bin kişi artarken, kamuda 159 bin kişinin işine son verildi.
İstihdamdaki beklentilerin üzerinde gerçekleşen azalmanın, ABD ekonomisinde kötüye gidiş göstergesi olduğu için, piyasalar tarafından olumsuz satın alınması gerekirdi, tam tersi oldu.
İçeride bu veriyi gören piyasalar önce bir bozulma eğilimi gösterdiler ama daha sonra, ABD başta olmak üzere, küresel ekonomilerin coştuğunu görünce, bizde de piyasalar yeniden coştu. Hisse senedi piyasaları da artık alışık olduğu üzere yeni rekorlar kırmaya devam etti.
Peki, bu olumsuz habere piyasalar neden bu kadar çok sevindi?
Sebebi açık; ekonomiler kötü oldukça krizden çıkış süresi uzuyor, dolayısıyla gelişmiş ülkeler likiditeyi desteklemeye devam ediyorlar. Piyasalar, örneğin ABD’de bir süredir konuşulan yeni varlık alımıyla likiditenin daha da artması ihtimalini artık daha yüksek görüyorlar.
Dolayısıyla kamunun likiditeyi artırmasına neden olacak kötü verilerle coşuyorlar.
Peki bu işin sonu nereye kadar gidecek? Bu likidite başa bela olmayacak mı? Bunun acısı çok daha kötü çıkmayacak mı?
Bu soruların yanıtının olumsuz olduğunu yani bu işin sonunun kötü olduğunu herkes biliyor ama piyasalar bugün kârlılıklarını artırma imkanları artacağı için, sevinmeye devam ediyorlar.
SICAK PARA AFYON GİBİ
ABD’deki, Avrupa’daki yatırımcıların sevinmesinin nedeni; neredeyse sıfır faizle alacakları bol paraları gelişmekte olan ülkelere yatırıp buradan kâr edecek olmaları yüzünden. Öyle ya kendi ülkelerinde değerlendiremeye-ceklerine, yani kâr edemeyeceklerine göre, bizim gibi gelişmekte olan ülkelere gelip, bol keseden kâr etme imkanları var. Sonunda kârlarını alıp, yaptıkları borçları geri ödeyecekler ve kamunun piyasayı likidite vermesinden kâr edecekler.
Geçen gün uluslararası piyasayı iyi bilen bir dostum, örneğin Ukrayna’ya bile, ekonomisi, bankacılık sistemi kötü olduğunun bilinmesine rağmen, yüklü miktarda sıcak para girdiğini söyledi. Bu likidite o kadar fazla ki; neredeyse her ülkeye gidiyor.
Türkiye ise en cazip ülkelerden biri. Tüm ülkeler enflasyon oranlarını bu kriz sırasında iyice indirdiler ama bizde hâlâ yüzde 8-10 aralığında. Yüzde 8 faiz getirisi var, üstüne üstlük TL de uzun zamandır değer kaybetmiyor. Yani “ballı börek” gibi bir şey...
Üstüne bir de ülkenin Başbakanı çıkıp “Değerli TL iyidir” diye resmi açıklama yapıp, bir anlamda uluslararası piyasalara güvence verince, yani yüzde 8 faizin yanısıra bir de TL değerleneceği için artı kâr imkanı olunca, Türkiye sıcak para için en cazip ülkelerden biri haline geliverdi. Milyarlarca dolar akıyor piyasalara...
Peki, nereye kadar derseniz, en azından seçime kadar gideceği bence kesin...
Herkes kur savaşı içinde yer alıyor, bizde ciddi bir önlem alındığını görüyor musunuz?
Bu bile Hükümetin sıcak parayı ne kadar çok iste diğini, bu yolla seçime kadar bahar havası estirmeye çalışacağını artık kesin olarak gösteriyor.
Bu sıcak para kâr için burada olduğuna göre, bir ödeme yapılıyor değil mi? Kim ödüyor dersiniz? Halkın ödediğinin yanında, bırakın ihracatçıyı, sanayi de ölüyor, ne gam...
Bol likidite tüm dünya için afyon yutmuş gibi etki yapıyor, likiditenin artmasına neden olacak kötü haberler bu nedenle sevinçle karşılanıyor. Biz ise, seçimin de etkisiyle, verilen siyasi kararla neredeyse tüm ülkelerden fazla afyon yutmuş oluyoruz...
Bu uyuşma bir gün bitecek, o gün ödenecek fatura ise her geçen gün ağırlaşıyor.

[Hürriyet Gazetesi] [11 Ekim 2010]

06 Ekim 2010

Gül komşunun haline, gelmesin başına! [Ertuğrul ÖZKÖK]

İNSAN komşusunun düştüğü hale bakıp gülebilir mi?

Erdemli bir insan bunu yapmaz. Komşu, komşunun halinden anlar.

Ama itiraf edeyim, bu yazıyı yazarken, komşumuz Yunanistan’ın haline gülmekten kırılıyordum.
Vallahi erdemsiz olan ben değilim.
Vanity Fair, ekim sayısında Yunanistan’daki ekonomik krizle ilgili öyle bir yazı yayınladı ki içimden şu geçti.
Dergi Woody Allen’ı gönderseydi ancak bu kadar gülebilirdim.
İşte size komşumuzun içinde bulunduğu durumdan inanılmaz manzaralar.
* * *
-  Herkes Yunanistan’ın borçlarını 400 milyar dolar sanıyordu. Ancak IMF uzmanları işin içine girince anlaşıldı ki, gerçek borç 1.2 trilyon dolar. Çünkü bütün devlet yardımlarını saklamışlar. İnanamadınız değil mi? Bunun anlamı şu. Her Yunan vatandaşının 250 bin dolar borcu var.
-  IMF uzmanları hayretler içinde şunu gördüler. Yunanistan bütçesinin kayıtlarında ne kadar para harcanacağı yazılıydı. Ancak ne kadar para harcandığına dair bir kayıt bulunamadı.
Ve hayretle bir şeyi daha gördüler. Yunan Parlamentosu’nun bir bütçe komisyonu yoktu.
-  Devlet dairelerinde çalışanlar, özel sektörde çalışanların 3 katı para alıyor.
-  Tarım Bakanlığı, hazine arsalarının dijital fotoğraf kayıtlarını yapmak üzere 270 kişiyi işe aldı. Ancak bunlar için bütçeye konmuş bir para yoktu. Üstelik işe alınanların hiçbiri dijital fotoğraf uzmanı değildi. Aralarında çok sayıda berber vardı.
-  Yunan Devlet Demiryolları’nın yıllık geliri 100 milyon Euro. Şirketin sadece personel gideri 400 milyon Euro. Buna 300 milyon Euro da öteki harcamaları eklemek gerekiyor.
Netice: Bir IMF uzmanı diyor ki: “Eğer Yunan demiryolu şirketi, her yolcusunu gideceği yere taksi ile gönderse devlet daha kârlı çıkar.”
Küçük bir not: Bu kadar zarar eden bir şirkette çalışanların ortalama yıllık maaşı ne biliyor musunuz: 65 bin Euro. Yani 120 bin Türk lirası. Böl 12’ye, eder ayda 10 bin lira.
-  Yunanistan’ın resmi bir istatistik enstitüsü yok. O nedenle devlet bütçesine ait rakamlara hiçbir Avrupa devleti inanmıyor. Avrupa Birliği maliye bakanları toplantısında ilginç bir şey oldu.
Yunanlı bakan rakamları okuyunca öteki bakanlar gülmeye başladı. Yunanistan’ın yeni Maliye Bakanı, (bir anlamda onların Kemal Derviş’i) bir arkadaşına şu sözleri söyledi:
“Haklılar. Ama ne yapayım, okuduğum kâğıdın altında Yunanistan Hükümeti yazıyor. Yeni Yunan Hükümeti yazsa gerçeği söylerdim.”
-  Devlet hastanelerinde çalışan personel, evinin bütün deterjan, tuvalet kâğıdı, ilaç vs. gibi ihtiyaçlarını çalıştıkları yerden alıp götürdüğü malzeme ile karşılıyor ve kimse bir şey demiyor.
-  Yunanistan’ın kamusal eğitim sistemi, Avrupa’nın en kötüsü. Buna karşılık ortalama bir Yunanlı öğretmenin maaşı Finlandiyalı öğretmeninkinin üç katı.
-  Vanity Fair’in muhabiri bütün bunları gördükten sonra yazısının bir bölümüne şu harika başlığı atmış: “Ve Yunanistan matematiği keşfetti.” Matematiği eski Yunanlılar keşfetmişti. Devlet matematiğini keşfetmek de yeni Yunanlara nasip oldu!
Ben de bunları okuduktan sonra yazımın başlığını attım:
“Gül komşunun haline, gelmesin başına!”

EĞLENCELİ BİR DOMATES HİKÂYESİ

BİLİYORUM şimdi yine komplo teorileri başlayacak.
Önceki gün enflasyon rakamlarının yükseldiği açıklandı.
Malum bir de 4 liraya gelmiş domates fiyatları var.
Sayın büyüklerim, lütfen yanlış anlamayın.
Amacım, bunları bahane edip demode bir “Zehra Hanım teyzenin filesi” muhalefeti yapmak katiyen değil.
Olay daha eğlenceli, daha öğretici.
Yunanistan, 2001 yılında “Euro bölgesine” girince, Avrupa Birliği kendi ekonomik kriterlerini empoze etti.
Mesela bütçe açığı kesinlikle gayrisafi milli hasılanın yüzde 3’ünü geçmeyecekti.
Bu iş kolay halledildi. Nasılsa resmi bir istatistik kurumu yok. Nasılsa bütçe komisyonu yok. Bütçe kayıtları yok.
Savunma harcamaları ve birçok devlet yardımı kalemi bütçe kayıtlarından çıkarıldı.
Hoop, bütçe açığı bir gecede yüzde 3’ün altına indi.
İş enflasyonun düşürülmesine gelince, “Yeni Yunan matematiğinin” dehası devreye girdi.
Önce elektrik, gaz fiyatları donduruldu. Alkol, sağlık vs. harcamaları üzerindeki vergiler indirildi.
Yetmeyince “domates formülü” devreye sokuldu.
Fiyatı yükselen domates bir gecede enflasyon endeksinden tard edildi. Yani çıkarıldı.
Avrupa ekonomisini yakından takip eden Wall Street analistlerinden biri bu rakamların nasıl böyle aşağı çekildiğini incelemek için yetkililerle konuştu.
Adam dinledikleri karşısındaki duygusunu şöyle açıklıyor:
“Kahkahadan yerlere yıkıldım.”
Çünkü Yunan yetkili gayet açık ve ciddi bir ifade ile enflasyon sepetinden, nasıl limonları atıp, yerine ucuz portakal koyduğunu anlatmış.
Wall Street uzmanı buna “Endeks masajı” diyor.
Türkiye’de, Önceki gün açıklanan rakamlara bakınca içimden şu geçti.
Acaba biz ciddi bir ülke mi olduk?
Yoksa bizde “endeks masajı” bilen uzman mı kalmadı.
[Hürriyet Gazetesi][06 Ekim 2010]

27 Nisan 2010

Bilgi toplumu trenini kaçırdık mı? [Gila BENMAYOR]

TÜRKİYE’nin bilgi teknolojilerinde sekiz basamak gerilediğini ortaya koyan Dünya Ekonomik Forumu’nun 2009-2010 Küresel Bilgi Teknolojileri raporunu iki kişiye sordum.

Türkiye Bilişim Vakfı (TBV) Başkanı Faruk Eczacıbaşı ve HP Türkiye Genel Müdürü ve TÜBİSAD (Bilişim Sanayicileri Derneği) Yönetim Kurulu üyesi Serdar Urçar.

DEF
’in raporuna fena taktım.

Zira biz “bilgi toplumu” olacağız derken meğer ileri değil geri gidiyormuşuz.

Buluşmamıza kolunun altında raporla gelen Faruk Eczacıbaşı önce şu tespitte bulunuyor:

“Rapor her yıl aynı değerler üzerinden ölçümler yaptığından gerçekten geri gitme durumu söz konusu”.

Rapora göre, özel sektörde sorun yok.

Sorun bireylerin ve devletin “bilgi toplumu” dönüşümüne hazır olmamalarından kaynaklanıyor.

Eczacıbaşı, Başbakan Erdoğan
’ın 2003 yılında Bilişim Zirvesi’ndeki konuşmasına dikkat çekiyor.

EN ALTTAKİ DAĞINIK ÇEKMECE

Ne demişti Başbakan?

Türkiye bir yol ayırımında. Ya dünyada bilgi toplumu endeksi sınıflamasında son sıralarda liglerin dışına düşecek. Ya da e-dönüşüm biletini alıp bilgi trenine atlayacak”.
Bilgi toplumuna dönüşmek için bu ülkenin daha fazla beklemeye tahammülü yoktur” diye de eklemiş Başbakan Erdoğan.

Aradan 7 yıl geçmiş ve biz ne durumdayız?

133
ülke arasında 69 sırada ve her yıl daha geriye düşüyoruz.

Hükümetin bu konudaki hevesi kaçmış görünüyor.

Zira başlarda “e-dönüşüm”den sorumlu bakanlar ve STK’larla her üç ayda bir yapılan toplantılar yılda bire düşmüş.

Bilgi Toplumu Ajansı
’nın kurulması havada.

Eczacıbaşı
önceliğini kaybetmiş mesele için şöyle bir benzetme yapıyor:
“Bilgi teknolojileri daima dağınık kalan en alttaki çekmece gibi.Vakit bulunursa düzenlenecek ama daima farklı bir gündem öne geçiyor”.

SAHİBİ KİM?

Başka önemli bir sorun da şu:

Türkiye’de bilgi teknolojilerinin sahibi kim?

2003’ten beri isimler, kurumlar sürekli değişiyor.

Şimdi sorumluluğun DPT’den Ulaştırma Bakanlığı’na geçtiği biliniyor ama kafalarda soru işaretleri var.

Eczacıbaşı, “ TBV önderliğinde 21 kadar STK ayda bir toplanıyor. Ortaya sorular atılıyor ancak bunların yanıtları için kime başvuracağız bilmiyoruz”
diyor.

HP
Genel Müdürü Serdar Urçar da bu “sahipsizlik” meselesine dikkat çekiyor.

2006-2010 Bilgi Toplumu Stratejisi
ve Eylem Planı’nın kimse tarafından izlenmediğini söylüyor.

TÜBİSAD
şapkasıyla “Eylem Planı önümüzdeki beş yıl için revize edilip hayata geçirilsin” diyor.

EKONOMİDE İLK 10’A GİREMEYİZ

Urçar, DEF Raporu’ndaki olumsuz verilerle ilgili şöyle bir analiz yapıyor:
“Bilgi teknolojileri pazarı bizde yeterince büyük değil. Dünyadaki dağılımı yüzde 40 hizmet, yüzde 30 donanım, yüzde 30 yazılım şeklindedir”.

Türkiye pazarında ise durum şöyle:

Yüzde 80
donanım, yüzde 12 hizmet, yüzde 8 yazılım.

Yani hem hizmet ve yazılım pazarları yeterince büyük değil.

Serdar Urçar
, ABD’de 90’lı yıllarda büyümenin kaldıracı olarak “bilgi teknolojileri”nin belirlendiğini hatırlatıyor.

“Bilgi teknolojilerinde büyümezsek dünya ekonomileri arasında ilk 10 girmek hedefine ulaşamayız”
diyor.

Önemli bir uyarı bu.

Urçar: Misyonumuz AR-GE İnsanlarını bir araya getirmek

İŞTE bu noktada HP gib,  bilgi teknolojileri  alanında dünyada ilk sırada yer alan bir şirketin Türkiye’deki vizyonu önemli.
HP’nin bir süre önce, Çorlu’da Tayvanlı Foxconn Grubu’yla bilgisayar üretme kararı aldığını biliyoruz.

Yüzde 90’ı
ihracata yönelik, yılda 2 milyon 400 bin bilgisayar üretimi mutlaka önemli.

Ne ki, Serdar Urçar’ın sözünü ettiği, geçtiğimiz haziran ayında temeli atılmış olan,  HP-İTÜ Yazılım İnovasyon Merkezibilgi toplumu” adına daha heyecan verici.

HP Türkiye Müdürü
bununla ilgili “Bizim tarzda şirketlerin misyonu AR-GE insanlarını bir araya getirmek olmalı” diyor.

Merkezin Türkiye’yi Ortadoğu, Akdeniz ve Afrika bölgelerinde öncü bir konuma getireceğini söylüyor.

Serdar Urçar
’ın kafasında Türkiye’yle ilgili, henüz olgunlaşma safhasına, bir üçüncü proje daha var.

YAZILIM VE HİZMET

O da hem Türkiye, hem çevre ülkeler için mühendislerden oluşan bir hizmet kadrosu oluşturmak.
HP, Türkiye’nin bilgi teknolojilerinde eksik yönü olan “yazılım ve hizmet” ayağı için çaba sarf ediyor anladığım kadarıyla.

Sektörün diğer önde gelen isimlerinin, STK’ların da aynı gayretin içersinde olduğundan eminim.

Geriye ne kalıyor?

Devletin “bilgi toplumu”dönüşüm vizyonuna  ve stratejilerine gerçekten sahip çıkması.

Aksi takdirde Başbakan Erdoğan’ın 2003 yılında söylemiş olduğu gibi tren kaçıyor.
[Hürriyet Gazetesi] [27 Nisan 2010]

14 Nisan 2010

Yunanistan kurtarılıyor [Metim ERCAN]

Borç kriziyle birlikte ekonomik geleceği belirsizleşen Yunanistan’da geçtiğimiz pazar günü umutlar tekrar yeşerdi. Avro Bölgesi maliye bakanlarının gerçekleştirdikleri telekon ferans sonucunda önümüzdeki sene içerisinde Yunanistan’a 30 milyar avro tutarında borç verilmesi kararlaştırıldı. Ayrıca IMF’nin 15 milyar avroluk ekstra bir destek paketi sunabileceği açıklandı. Avro Bölgesi’nden gelecek destek üç yıl vadeli sabit faizli borç şeklinde olacak. Borcun faiz oranı olarak tespit edilen yüzde 5, IMF’in borçlanma oranından yüksek olmakla birlikte, Yunan tahvillerinin  paketin açıklanması öncesinde işlem görmekte olduğu yüzde 7’nin üstündeki faiz oranından çok daha makul bir seviyede bulunuyor.
Yunan borç krizinin ortaya çıkmasından itibaren, Avrupa’dan bir destek verilip verilmemesine dair, ülkeler farklı görüşler ortaya koydular. Bu durum, net bir adımın atılması sürecini geciktirdi. Destek karşıtı görüşlerin arkasında, Yunanistan’ın önümüzdeki dönemde yardım ihtiyacı duyacak tek ülke olmayacağına dair kanaatin yattığı düşünülebilir. Mevcut ekonomik performansları ile Portekiz, İspanya ve İrlanda’nın da borçlarını çeviremeyecek noktaya gelme ihtimalleri bulunuyor. Avrupa Birliği’nin devamlılığı ve ekonomik kredibilitesi açısından, zora düşen ülkelerin tamamıyla kendi kaderlerine terk edilmesi durumu söz konusu olmasa da, ülkelerin maliye disiplinlerini sağlamaları için daha farklı adımlar atılması gerekliliği savunuluyor. Yunanistan’a yapılan bir yardımın, borç krizi eşiğinde bulunan diğer ülkelerin maliye disiplinlerinde ‘gevşemeyle’ sonuçlanabileceği akla gelen bir olumsuz etkiydi. Diğer taraftan, her bir sorunun, ‘imece’ usulü bir araya gelinerek değil, daha sistematik ve kurumsal bir yöntemle ele alınması, daha uzun vadeli ve kalıcı bir çözüm olarak ortaya atıldı. IMF benzeri bir Avrupa Para Fonu (European Monetary Fund)’un kurulmasına dair ciddi öneriler sunuldu.
Nihai noktada, kalıcı ve kurumsal çözümlerin önümüzdeki dönemde gerçekleştirilebilirliği hâlâ sürüyor. Ancak, Yunanistan’ın hassas durumuna aciliyetli olarak  ihtiyaç duyulan müdahale sonunda yapıldı. Piyasaların bu gelişmeye tepkisinin olumlu olması, daha öncesindeki çekincelerin piyasa tarafından paylaşılmadığını gösteriyor. Yani, Yunanistan için açıklanan paket, hassas dengeler üzerindeki diğer Avrupa ekonomilerinin ‘ahlaki risk’ (moral hazard) problemiyle karşı karşıya kalarak ‘nasılsa kurtarılacakları’ düşüncesiyle basiretli davranmalarının önüne geçecek bir durum yaratmıyor. Çünkü açıklanan paket bir ‘yardım’ değil, en iyi ihtimalle, piyasa koşullarına göre daha iyi şartlarda sağlanmış ve üç yıllık vadeye yayılmış bir borçtan ibaret. Bu haliyle, paket, Yunanistan’ın geleceğine dair ciddi önlemler alınması gerekliliğini ortadan kaldırmıyor. Ekonomi çevreleri, Yunanistan’ın toplamda 80 milyar avroya kadar ulaşan bir kaynağa ihtiyaç duyduğunu belirtiyorlar. Yunanistan ‘hibe’ olmayan bu büyüklükte bir kaynağı, ancak maliye disiplinini sağlayarak ve iddialı bir faiz dışı fazla hedefini  uzun vadede tutturarak geri ödeyebilir. Açıklanan paket ise, öncelikle, Yunanistan’ın mevcut faiz yükünü hafifletecek şekilde daha iyi oranlarla borçlanabilmesi imkanını yaratacak. Maliye politikalarının borç / GSYİH oranını azaltacak şekilde etkin olması ancak faiz oranlarının sürdürülebilir seviyeye gelmesiyle mümkün. Paket, ayrıca, Yunanistan’ın borç piyasalarındaki kredibilitesini yükselterek, gerek yatırımcılardan gerek kurumsal kredi kaynaklarından fon elde edebilmesini mümkün kılacak.
Yunanistan için açıklanan paket, devamı geldiğinde anlam kazanmış olacak. Bunun için Avrupa’nın, maliye politikalarını koordineli hale getirip daha sıkı yakın takip edilebilmesini sağla yan ve ‘erken uyarı’ sinyali veren bir gözetim sistemi kurması gerekiyor. Ayrıca ihtiyaç durumunda ülkelere fon sağlanması için daha kurumsal bir yapı oluşturulmalı. Avrupa Para Fonu adı altında bir oluşum bu iki ihtiyaca da cevap verebilir. Diğer taraftan, Yunanistan, uzatılan bu eli iyi değerlendirmeli, desteğin tek başına krizden çıkmaya yetmeyeceği ni bilmekle birlikte, piyasaya doğru sinyalleri  vererek ve gerekli ekonomik politika önlemleri alarak krizden çıkma şansını yakalamalı.
[Radikal Gazetesi][14 Nisan 2010]

05 Nisan 2010

TÜFE düşecek ‘çekirdek’ yükselecek [Erdal SAĞLAM]

BUGÜN açıklanacak olan mart ayı enflasyon endeksleriyle birlikte, yıllık enflasyonun yeniden tek haneye döndüğünü, çok büyük bir ihtimalle göreceğiz.

Ancak tek hanelik enflasyonun kalıcı olmayacağı, önümüzdeki aylarda yeniden çift haneye çıkacağı da gün gibi ortada.
Bugün açıklanacak olan mart ayı TÜFE artışı konusunda, piyasalardaki beklenti yüzde 0.5 civarında. Bu oran gerçekleştiği takdirde, geçen ay sonunda yüzde 10.1’e çıkan yıllık enflasyon, yüzde 9.5 gibi bir orana geri çekilecek yani tek haneye inecek. Görülecek iyileşmenin tümüyle geçen yılın mart ayındaki yüksek enflasyona bağlı olacağı, yani baz etkisi nedeniyle tek haneye geri döneceği, enflasyonun genel seyrinin ise bu kadar olumlu olmadığı ise açık.

Bu tahminler Merkez Bankası tarafından da bir süredir dile getiriliyor. Merkez Bankası mart ayından sonra enflasyonun yeniden çift haneye çıkacağını, yılın son çeyreğinde belki tek haneye geri dönüp, asıl enflasyon hedeflerine ise 2011’in ilk çeyreğinde oturacağı tahminini, önceki bültenlerinde açıklamıştı.

Merkez Bankası’nın, faiz kararlarında da önemli rol oynayan, çekirdek enflasyon konusunda tedirgin olduğu, piyasalar tarafından biliniyor. Piyasaların da beklentisi yıllık TÜFE artışı yeniden tek haneye dönerken, çekirdek enflasyonda artış eğilimi görülmesi. Dolayısıyla piyasaların bugün açıklanacak olan enflasyon rakamlarına çok fazla sevinemeyeceği anlaşılıyor. Belki ilk açıklandığında, genel iyimser havanın da etkisiyle, piyasalar bugün bu rakamı abartılı biçimde algılayabilir. Ancak daha sonra detaylar incelendiğinde piyasalardaki enflasyon iyimserliğinin korunacağını pek tahmin etmiyoruz.
EKONOMİ YORUMLARINA TEPKİ

Bu arada yarın açıklanacak olan endekslerde, son dönemde hızlı artış gösteren enflasyonun, genel fiyatlama eğilimlerini değiştirip değiştirmediğine de yakından bakılacak. Yani gıda fiyatları ve vergileme nedeniyle hızlı artan enflasyonun diğer sektörlerdeki fiyatlama davranışlarını bozup bozmadığı endekslerde aranmaya çalışacak. Bu da çekirdek enflasyon gibi, önümüzdeki dönem enflasyon eğilimini kestirmek açısından önemli bir ipucu olacak.

Özetle; enflasyon için bugün açıklanacak olan endeksler, artışa geçen enflasyonun önümüzdeki dönem nasıl bir seyir izleyeceğinin ipuçlarını vermesi açısından çok önemli olacak. Öyle anlaşılıyor ki, enflasyonda artış trendine girdik ve bugün açıklanacak olumlu rakamlar bu seyri değiştirmeyecek. Ancak ne kadar artacağı, faiz kararları başta olmak üzere, dengeleri nasıl etkileyeceği konusunda ise önümüzdeki aylara da bakmak gerekecek.

Piyasaların bu temkinli tutumuna karşılık hükümet, son büyüme rakamlarında olduğu gibi, bence bugün açıklanacak enflasyon verilerini de abartılı biçimde sunup, propaganda malzemesi yapmaya çalışacaktır.

Başbakan Yardımcısı Ali Babacan bu tür fırsatları kullanıp birden TV’lere çıkmaya başlıyor ama Babacan’ın yine de temkinli davrandığı, genel gidişat için beklemek gerektiğini söylediğine şahit oluyoruz. Yani kullanıyor ama abartılı biçimde kullanmıyor, sağduyuyu pek elden bırakmıyor.
Ama Başbakan Tayyip Erdoğan, anayasa değişikliği tartışmalarının da verdiği gazla, ekonomiye ilişkin rakamları çok abartılı kullanabiliyor. Bunun da ötesinde uzun zamandır pek sesini çıkarmadığı eleştirel ekonomi yorumlarına karşı yine sertleşmeye başladı. Son büyüme rakamları için yapılan “2009’da Yunanistan’dan bile kötü bir oranda ekonomimiz küçüldü” gibi, somut bir veriye dayalı yorumlara bile konuşmalarında “Olmaz böyle bir şey” diye yer verip, kızmaya, bu yorumları yazanları ülkesini sevmemekle suçlamaya başladı.

Ekonomiyi bozan da ve siyasette çatışma çıkaran da gazetecilermiş gibi... 

[Hürriyet Gazetesi] [05 Nisan 2010]

25 Mart 2010

Tasl’ak... [Yılmaz ÖZDİL]

İki avukat lokantaya girmiş, karşılıklı oturmuş, çantalarından birer sandviç çıkarıp, yemeye başlamış... Garson gelmiş tabii, “Özür dilerim ama, burası lokanta, kendi sandviçlerinizi yiyemezsiniz” demiş...

Avukatlar “pardon” diyerek, sandviçlerini değiş tokuş etmişler!
*
Bunların hukuka bakışı bu.
*
Neymiş efendim, tasl’ak hazırlamışlar... Cumhurbaşkanı, 45 yaşını doldurmuş ve üniversite mezunu “herhangi iki kişi”yi Anayasa Mahkemesi’ne üye olarak atayabilecekmiş.
*
Cüppeli Ahmet olsun mesela...
Yaşı tutar.
Medrese diploması var.
“Ulemaya soralım” kısmına o bakar, gayet adaletli olur.
*
Jet Fadıl olsun.
Geciken adalet, adalet değildir...
Jet gibi geçer.
*
Zahid Akman olsun.
Şaban Dişli olsun.
Bu dönemin kanaat önderidir...
Ali Dibo olsun.
*
Kevın Kostnır olsun.
Aurelio gibi Türk yapalım...
A’nayasa milli olsun.
*
Sanatçı açılımında, “Kendini bu ülkenin sahibi gibi görenler, ateist, kafatasçı, elit... Hükümet istifa diyorlar, Genelkurmay Başkanı niye istifa etmiyor? Cunta anayasası kaldırılsın. Saçını öne tarayanlar bu ülke hakkında konuşamaz mı? Bu nasıl bir faşizanca yaklaşımdır?” diyen şarkıcı Nihat Doğan olsun... (Ama maalesef, yaşı ve eğitimi tutmuyor. Bu sefer olmasa bile, bi dahaki sefere “diploma şartı” kaldırılsın, Nihat Doğan da olsun.)
*
Haydar Dümen olsun.
Anayasa Mahkemesi, devletin “organ”ıdır neticede... Ve, bu
organımızın sağlıklı çalışmadığını öne sürüp, bazısına “sert”, bazısına “yumuşak” davrandığını iddia ettiklerine göre, doktor kontrolünde olmasında yarar vardır, fırsat bu fırsattır.
*
Bir üyeyi AB seçsin.
Öbürü, Fehmi Koru, Mehmet Barlas, Cengiz Çandar, Hasan Cemal, Mehmet Ali Birand olsun.
Sırayla 2’şer ay 2’şer ay...
“Döne döne” yapsınlar.
*
Cemil İpekçi olsun.
Gerçi bıyıkları badem değildir ama, iyi terzidir... THY koltuklarını nasıl diktiyse, bedenimize oturmadığı
halde zorla giydirilmeye çalışılan Anayasa’yı haydi haydi diker.
*
Profesör Arif Verimli olsun.
*
Eminim, değerli hocam “Niye beni bu işe karıştırdın” diye sitem edecektir ama, ciddiyim...
Hukuki değil, ağır bir psikolojik durumla karşı karşıyayız çünkü. 

[Hürriyet Gazetesi] [24 Mart 2010]

24 Mart 2010

Ekonomi iyileşiyor, büyüme kırılgan [Dünya Gazetesi]

BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun, dünya ekonomisinin iyileşme sinyalleri verdiğini ancak, küresel ekonomik büyümenin hala kırılgan olduğunu, iş kayıplarının devam ettiğini belirtti.
BM Genel Kurulunda düzenlenen "Kalkınma Finansmanı" adlı toplantının açılışında konuşan Genel Sekreter Ban, sürdürülebilir kalkınmanın önünde halen pek çok engel bulunduğunu belirterek, 2015 yılına kadar BM Binyıl Kalkınma Hedeflerine ulaşılmasına büyük önem verdiklerini, bu Eylül ayında BM genel merkezinde düzenlenecek üst düzey Binyıl Kalkınma Hedefleri Zirvesinde gelinen aşamanın ve yapılması gerekenlerin ele alınacağını, üye devletlere bu kapsamda pek çok sorumluluk düştüğünü söyledi.
Küresel ekonomik ve mali krizin "reform fırsatı" da doğurduğunu vurgulayan Genel Sekreter, reformlarla daha istikrarlı büyümeye, iş alanlarının yaratılmasına ve sürdürülebilir kalkınmaya ulaşılabileceğini belirtti.
"Uluslararası mali sistemi reforme etmeliyiz" diyen Ban, BM'nin IMF ve Dünya Bankasının reform sürecini desteklediğini, gelişmekte olan ülkelerin bu kuruluşlardaki sesinin ve katılımının artması gerektiğini söyledi.
BM Genel Kurulunda iki gün devam edecek toplantılarda, "uluslararası mali sistemin reformu, mali krizin doğrudan yabancı yatırımlara, dış borca ve uluslararası ticarete olan etkisi, kalkınmanın yenilikçi kaynaklarla finansmanı ve Binyıl Kalkınma Hedeflerine ulaşılması"' gibi konular ele alınacak.
BM'ye üye devletler, BM öncülüğünde, 2015 yılına kadar tüm dünyada "yoksulluk ve açlığı ortadan kaldırma, evrensel temel eğitimi sağlama, kadının toplumdaki rolünü güçlendirme, çocuk ölümlerini ve doğum sonrası anne ölümlerini önleme, AIDS gibi ölümcül hastalıklarla mücadele, çevresel sürdürülebilirlik ve kalkınma için küresel ortaklık kurulması" şeklinde tanımlanan Binyıl Kalkınma Hedeflerine ulaşmaya çalışıyorlar.

Yargıyı yok et yasa, yürüt... [Yılmaz ÖZDİL]

Anayasa’da değişiklik yapıyor arkadaşlar...


Anayasa’ya göre kapatılması istenen partinin kapatılıp kapatılmayacağına, Anayasa’ya göre kapatılması istenen parti karar verecek.

- Suç işledik mi?
- İşledik.
- Kapatılalım mı?
- Kapatılmayalım.
- Yaz kızım, kapatılmamıştır.

Boşanmak istiyorsunuz mesela...
Hâkime ne?
Toplansın sülale...
Referandum yapılsın.

Diyarbakırspor’a saha kapatma cezası mı verilecek? Federasyon karışmasın... Tribünlere sandık konulsun, Diyarbakır taraftarı karar versin. Hakemi, futbolcular seçsin... Zaten, boşu boşuna maç yapmayalım, oylama yapalım, kimin taraftarı fazlaysa o şampiyon olsun.

Gardiyanları mahkûmlar seçsin.
Zabıtaları pazarcılar seçsin.

Komutanları erler seçsin; yap kışlada kampanyanı, topla 3 bin kişiyi albay ol... Ordudan kimin atılacağına generaller karar veremeyeceğine göre, okuldan kimin atılacağına niye öğretmenler karar
veriyor? Çocuklar reşit olana kadar
sınav sorularını veliler belirlesin.

Ana veya babanın dediği olmasın...
3 kişilik ailelerde salt çoğunluk aransın,
4 kişilik ailelerde karar alınamazsa,
rafa kaldırılsın, gelin veya damat
gelene kadar kadük kalsın.

Devlet dairesinde 100 memur
varken, niye sen müdür oluyorsun?
Hani demokrasi?
Ya herkes müdür olsun, komisyon yönetsin ya da müdürü memurlar seçsin.

Vatandaşın en çok oy verdiği parti iktidar olunca, güzel... Aynı vatandaşın
en çok seyrettiği dizi, çirkin... Öyle mi?
Behlül RTÜK başkanı olsun.
RTÜK başkanı da gitsin Bihter olsun.

Belediye otobüsünün nerede duracağına yolcular karar versin; oytobüs olsun... Çoğunluk nereye istiyorsa, pilotlar oraya uçsun. Kadıköy’den bindik, Karaköy’e mi Eminönü’ne mi, kaptanı alakadar etmez, demokrasi var, uzlaştık uzlaştık, uzlaşamadık akıntı karar versin.

Herkes kendine anayasa hazırlasın, herkes kendi anayasasına uysun, birbirimizin anayasalarının birbirimize uymadığı durumlarda, hiç ağlanmasın, herkes ne hali varsa görsün...
Hukuk mukuk kalmadığına göre, bu saatten sonra Allah cezamızı versin.

[Hürriyet Gazetesi] [23 Mart 2010]

16 Mart 2010

Artık daha fazla cari açığımız olacak [Erdal SAĞLAM]

ÖNÜMÜZDEKİ döneme ilişkin olarak, ekonomik istikrarı bozabilecek riskler arasına cari açık problemini mutlaka koymak gerekiyor.

Çünkü son veriler de açıkca gösteriyor ki; mevcut sistem artık eskisinden çok daha fazla cari açık üretiyor. Yani ekonomi toparlanmaya başladığında ciddi cari açık rakamlarıyla karşılaşma ihtimali bir hayli yüksek.
2001 krizinden sonra yaşadığımız ekonomik küçülme nedeniyle cari fazla vermeye başlamışken, bu kez ekonomi küçülürken cari açığın devam ettiğini hep hatırda tutmak gerekecek. 
Aslında sorun büyüme ile, büyümenin yapısı ile ilgili. 2006 ortasında finansal piyasalarda yaşanan dalgalanmanın, ekonomik büyüme hızını yavaşlatarak yüzde 5 platosuna çektiği konuşuluyor. Yani sadece küresel krizle ilgili değil, daha önceden başlayan bir süreç söz konusu. O dönem TOBB önderliğinde özel sektörün gündeme getirdiği ”istihdamı artırıp cari açığı azaltacak yeni bir sanayileşme politikası” taleplerini ve birşey yapılmadığını da unutmayalım...
Para politikasının sıkılaşmasının yanında, Türkiye’nin yüksek cari işlemler açığı üreten büyüme hızının, aynı oranda işgücü yaratamaması ve ihracatın gittikçe artan oranlarda ithalat gerektirmesi, büyüme ile ilgili problemlerin temelindeki unsurlar olarak bundan sonra daha fazla konuşulacak gibi...
Geçen hafta sonu Dış Ticaretten sorumlu Devlet Bakanı Zafer Çağlayan ile bu konuyu da konuşma fırsatı bulduk. Mermerden örnek vererek, katma değeri yüksek ürün ihracatını artırmak durumunda olduklarını kaydeden Çağlayan, ”Ana hedef ihracat odaklı üretim stratejisi geliştirmek” diyor. Bir kurul oluşturduğunu burada Devlet Bakanlığı, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, TOBB, TİM, Hazine, Merkez Bankası, TÜBİTAK, KOSGEB gibi kurumlardan temsilciler olacağını kaydeden Bakan Çağlayan, aynı zamanda bir “kurumsal hafıza” oluşturmaya da çalışacaklarını söyledi.
YENİ İHRACAT STRATEJİSİ
Devlet Bakanı Zafer Çağlayan  hazırladıkları yeni ihracat stratejisi hakkında bilgi verdi. Yapılan çalışmalarda cari açığın azaltılması ve ara malında yaşanan sıkıntıyı gidermeyi hedef olarak aldıklarını kaydeden Çağlayan, “Girdi tedarik stratejisine ihtiyacımız var. Ara malı olarak getirdiklerimi neden Türkiye’de üretemiyorum sorusuna yanıt arıyoruz” şeklinde konuştu.
Bu konudaki sıkıntılardan birinin kur olduğunu ama hangi alanlarda hangi teknolojiye yönelmek gerektiğine de karar vermek gerektiğini belirten Çağlayan, “İhracat yapısı orta ve düşük teknolojiye doğru bir eğilim gösteriyor. Orta- yüksek teknoloji yüzde 40’lara gidiyor sanayi ürünlerinde. Katma değeri artırmak ve düşük teknolojiden vazgeçmemiz lazım. Geleneksel sektör tekstil konfeksiyonda teknolojik çalışmalara girmemiz, teşvik için saptanan 12 sektörü desteklemeye devam etmemiz gerekiyor” şeklinde konuştu.
İhracatçı beklenti anketi oluşturduklarını, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) onlar adına bu çalışmayı yürüteceğini ve sürekli sinyal almaya çalışacaklarını kaydeden Bakan Çağlayan, Dış Ticaret Müsteşarlığı bünyesindeki Ekonomik Araştırmalar Genel Müdürlüğü’nü yeniden yapılandırıp, ihracat ve ithalattaki kur yapısı, çapraz kurların etkisi, kur değişimlerinin ithalat ve ihracata etkisi gibi, detaylı araştırma çalışmaları planladıklarını söyledi.
Umarız, ortaya çıkacak yüksek cari açık ekonomik istikrarı bozacak boyutlara ulaşmadan, planlanan bu tür çalışmalardan sonuç almaya başlarız.
Ekonomi iyi giderken, cari açık yaratmayacak yeni bir dış ticaret politikası ve buna temel olacak sanayi politikasını kurmaya ihtiyaç vardı, yapılmadı...
[Hürriyet Gazetesi] [16 Mart 2010]

Devalüasyonu tartışmanın zamanıdır [Güngör URAS]

Türk parası aşırı değerlendi. Döviz uzun süredir çok ucuz. Bu nedenle
1) Üretemiyoruz/İstihdamı artıramıyoruz
2) Bütçe açığını içeriden borçlanarak kapatıyoruz.
3) Döviz açığını dışarıdan borçlanarak kapatıyoruz.
4) İç açığı ve dış açığı kapatmak için kamu varlıklarını (özelleştirme adı altında) satıp savuruyoruz.

Şimdi geldi sıra barajlara, santrallara...
Bu böyle sürüp gidebilse, mesele yok. Ama gidemez. İşte Yunanistan örneği ortada. Kaldı ki o euro bölgesinin üyesi. AB’nin koruması altında. O bile bu işi sürdüremedi.
Çare, dövizi pahalandıracağız. Bu konuyu tartışmaya açıyorum. Bu konu tehlikeli bir konudur. Karşı çıkanlar olacaktır. Denilecektir ki:
- Devalüasyon lobisi harekete geçti.
- Dalgalı kurdan sabit kura mı geçeceğiz? Dalgalı kur sisteminde devalüasyon olmaz. Döviz fiyatı arza talebe göre oluşur.
- Döviz fiyatı artar ise bankalar, döviz borcu olan özel sektör güç duruma düşer.
- Pahalı ithalat enflasyonu artırır.
Tartışmaya girecekler bütün bu itirazlara hazır olmalıdır.
Döviz fiyatı artırılmalı
Önce devalüasyon konusuna açıklık getirmekte yarar vardır:
- Dalgalı kur sisteminde, serbest piyasa ekonomisinde, eski usul, “devlet emir ve kumandasında” döviz kuru belirlenemez.
- Fakat Merkez Bankası ile Hazine ve Maliye el ele vererek “Tobin Vergisi” gibi vergileme araçlarını da kullanarak “üretimden ve ticaretten kaynaklanmayan” döviz girişlerini frenleyerek, Türk Lirası’nın aşırı değerde olmasını önleyebilir.
Gerçekçi olalım. Türk Lirası’nın bugünkü aşırı değeriyle, ithalat yavaşlamaz, artar. İhracat dövizi girişi görünürde artsa da net döviz girdisi giderek azalır. Katma değer yaratamayız.
Günü gün etmeye dönük, yanıltıcı tedbirler sorunun ertelenmesine imkân veriyor ama çözülemez boyuta getiriyor.
Bu günlerde döviz fiyatındaki kademeli olarak yüzde 3, yüzde 5 artışları bu ekonomi hazmedebilir. Ama bugün bu hazmedilebilir ölçüdeki ayarlamalarla döviz kuru gerçekçi rakama oturtulamazsa, bir süre sonunda çok büyük ölçüde, hazmedilemeyecek boyutta, sarsıntı yaratacak şekilde döviz kuru ayarlamaları zorunluluğu ortaya çıkar.

Sorun çözmüyoruz, erteliyoruz
Ucuz döviz fiyatının neden olduğu sorunları ertelemek Türkiye’nin pahalı faturalar ödemesiyle mümkün olabilmektedir.
- Katar Şeyhi bize döviz gönderecek, Suudi Arabistan Kralı yardım edecek diyerek başkalarından gelecek dövize ümit bağlıyoruz. El parasıyla günü geçirmeyi marifet (başarı) sayıyoruz.
- Özelleştirme adı altında varlıkları sata sata bitiremedik. Şimdi geldi sıra elektrik santrallarına ve barajlara. Bunları 40 milyar dolara satacağız diye seviniyoruz. Bu barajlar bu halkın parasıyla yapıldı. Üretim değeri var ki bunlara yabancılar 40 milyar dolar ödeyecek ve para kazanacak.
-Yıllar önce yapılmış, alınmış varlıkları satarak yaşamak marifet değildir. Sevinilecek, övünülecek iş değildir. Bu varlıklara yenilerini katmak marifettir.
Bu ucuz döviz politikasıyla varlıklara varlık katamadığımızı gördük. Varlıkları satmaktan başka çare olmadığını gördük.
Yıllar önce yapılan santralların, barajların satışından gelecek döviz bizim 2010 yılındaki döviz açığımızı kapatır. İyi de gelecek yıl, bir sonraki yıl satacak nemiz kaldı?
Üretim artmazsa işsizlere nasıl iş bulacağız, açları nasıl doyuracağız, refahı nasıl artıracağız?
Bunları tartışmanın zamanıdır.

[Milliyet Gazetesi] [16 Mart 2010]

10 Mart 2010

Enflasyon geldi cihane yeşil biber bahane [Ege CANSEN]


GEÇEN hafta enflasyon verileri açıklandı. Tüm Dünya’da kullanılan “yıldan yıla TÜFE artışı” (Year to year Consumer Price Index) tanımına göre enflasyon tekrar yüzde 10’u geçti.

Gazeteler bu bilgiyi “çift haneli enflasyona dönüş” başlığıyla haberleştirdi. Haberlerin ayrıntısında, zerzevatın ve bilhassa yeşil biber fiyatının çok artması yüzünden enflasyon bu kadar yüksek çıktı deniyordu. Çünkü Merkez Bankası’nın önceki tahminine göre, enflasyonun bu düzeye çıkmaması gerekiyordu. Ama yine de enflasyonun, yılsonundan önce yüzde 7’ler dolayına ineceği söyleniyor. Üç yılda içinde de yüzde 5’lere inecekmiş.
¡  ¡  ¡
Bir zamanlar iktisat yorumcularının iki yazılarından biri, enflasyon üzerineydi. Bu, yabancı ülkelerde de böyleydi. Ben de kendime ekonomi değil, enflasyon öğrencisi diye bir isim takmıştım. 1980’den sonra iktisadi düşünce ortamında egemenlik kuran paracı iktisatçılara göre “enflasyon, daima bir parasal olaydır”. Bu, merkez bankaları işi sıkı tutarlarsa enflasyon filan olmaz demektir. İşi sıkı tutmaktan kasıt da faizleri arttırmak, para miktarını kısmaktır. Bu yüzden bu ekole mensup iktisatçılar artan enflasyonu görünce, merkez bankasına “hadi, ne duruyorsun arttır şu faizleri” diye mesaj yolluyorlar. Merkez Bankası da “bu enflasyon başka enflasyon, faizi arttırınca düşecek cinsten değil” diyor.
¡  ¡  ¡
Enflasyon, pahalılık (expensiveness) demek değildir. Pahalılık izafidir. Zaten Tüketici Fiyat Endeksi’nin ölçmeğe çalıştığı şey “Geçim Maliyeti” (Cost of Living) dir. Hatta bu ölçümde kullanılan sepetin kalemleri ve ağırlıkları ücretlilerin harcama kalıplarına göre tasarlanmıştır. Fiyat artış oranı, kişinin gelir artışı oranından fazla ise hayat, o kişi için pahalılaşır. Tersi doğru ise, fiyatlar genel düzeyi (galat olarak enflasyon) ne kadar yüksek çıkarsa çıksın, hayat o kişi için ucuzlamış demektir. Aslında enflasyon, genel kabul görmüş tanımında söylendiği gibi “fiyatlar genel düzeyinin artması” demek de değildir. Fiyatlar arttığı için enflasyon olmaz. Enflasyon olduğu için fiyatlar artar. Ayrıca fiyatlar, sadece enflasyon sebebiyle artmaz. Fiyat artışlarının başka sebepleri de vardır. Mesela ülke içinde kıtlık-kuraklık veya dünyada petrol fiyatlarının artması bunlar arasındadır. Aslında merkez bankaları enflasyonu indirerek, fiyat artışlarını frenler. Enflasyon “şişme” demektir. Tam bu noktada hocamın bana sorduğu soruyu, şimdi ben sorayım. O halde şişen şey nedir? Şişen şey “para arzı ile paranın devir hızı” çarpımıdır.
¡  ¡  ¡
2009’da olduğu gibi eğer kişi başına milli gelir gerilemişse, sebebi ne olursa olsun, fiyatlar genel düzeyindeki artış, halkın gelir artışından yüksek olur. Ücret artışlarıyla bunu telafi etmeğe çalışmak “enflasyon sarmalı” yaratır. Milli gelir artmadıkça, bu böyle sürmek zorundadır.
Son Söz: Milli gelir düşmüşse, hayat pahalanmıştır.

[Hürriyet Gazetesi] [10 Mart 2010]

08 Mart 2010

Büyü bozuldu enflasyon ve faiz çift hane [Erdal SAĞLAM]

UZUN süredir düşük seyreden enflasyon ve faiz oranlarında büyünün artık bozulduğu anlaşılıyor.

Enflasyondan sonra faizlerde de artış trendi artık somutlaşmaya başladı ve Hazine kağıtlarının faizlerinde kısa süre içinde çift hanenin görülmesi kaçınılmaz görülüyor.
Uzun süre düşük seyreden, diğer piyasalar bozulsa bile düşük seviyesini korumak için büyük çaba gösteren, Hazine kağıdı piyasalarında geçen hafta açıklanan enflasyon verisinden sonra trend bozuldu. Merkez Bankası bir süredir enflasyonda artış olsa bile bunun geçici olacağını, yılın ikinci yarısında enflasyonun normal rayına gireceğini belirtiyordu. Ancak geçen haftaki enflasyon açıklamasından sonra Merkez Bankası söylemini değiştirdi ve ancak 2011’in ilk çeyreğinde enflasyonun geri döneceğini söylemeye başladı.
İşte bu açıklama büyünün bozulduğu noktaydı ve piyasalarda faizlerin yukarı çıkış sürecinin başladığı artık kabul ediliyor. Cuma günü kapanışta gösterge kağıt faizinin yüzde 9.17’ye kadar çıktığını hatırlatan bankacılar, “Artık Hazine kağıdı faizlerinin yüzde 9’un altına inmesi pek mümkün değil, artışın devam etmesini bekliyoruz” diyorlar. Gösterge kağıt faizinin, ihalelerde yüzde 7.80’e kadar indiğini, o noktadan geçen haftaya yaklaşık 1.5 puanlık artış kaydedildiğini hatırlatan bankacılar, “1.5 puan çok önemli bir oran” diyorlar.
Buna karşılık Hazine’nin iç borçlanmasında bir sıkıntı görülmüyor. Çünkü Merkez Bankası’ndan yüzde 6.5 ile borçlanan bankalar bunu yüzde 9 ile Hazine kağıdına yatırıp, hâlâ kâr etmeye devam ediyorlar. Ancak Merkez Bankası’nın bu fonlamayı azaltmak zorunda kalması ve küresel gelişmelerin de etkisiyle politika faizlerini artırmaya başlaması kaçınılmaz. İşte asıl tehlike de politika faizlerinin artmaya başlamasıyla baş gösterecek.
Bankalar şimdiye kadar yüzde 90’ından fazlasına sahip oldukları Hazine kağıdı piyasasında faiz artışını engellediler ama artık ipin ucunu bırakmak zorundalar. Yabancı bankalar, “Merkez Bankası’nın faiz artışı başlama tarihini nisan-mayısa çekmesi gerektiğini” söylemeye başladılar. Bu takdirde yılın sonuna kadar 1.5-2 puan olarak beklenen toplam faiz artışının oranı da yükselmiş olacak ki; bu bankaların tüm hesaplarını bozabilir. Bu durum faiz artışına hazırlıklı olan Hazine, Merkez Bankası ve bankacıların, hesaplarının bozulması, tehlikenin artacağı anlamına gelecektir.
TOPARLANMAYLA ÇIKIYOR
Ancak Merkez Bankası’nın faiz artışlarına yılın ikinci yarısında başlayıp, yıl sonuna kadar toplam yüzde 1.5-2 puanlık artış yapması, piyasalar için sürpriz olmaz. Çünkü herkes böyle bir artışa hazırlıklı.
Bunun nedeni de enflasyonun geçen yılki düşük oranlara, yaşanan küresel kriz ve bunun getirdiği yüksek oranlı küçülme nedeniyle gelindiğinin bilinmesi. Dolayısıyla faizlerin bu kadar düşmesinin en büyük nedeni de küresel kriz. Piyasa oyuncuları yeni kapsamlı bir reform yapılmadığı takdirde yıllık enflasyon oranlarının yüzde 8-11 aralığına oturacağını tahmin ediyorlar. Yani enflasyon ne kadar inse de artık 8’in altı beklenmiyor. Dolayısıyla faizlerin de buna paralel seyir izleyeceği tahmin ediliyor.
Çünkü mevcut iktidar enflasyon ve faizin kalıcı olarak düşük seviyede tutulması için gereken hiçbir yapısal tedbiri yerine getirmiş değil. Bu nedenle de 2009’da kriz nedeniyle gördüğümüz düşük oranları, ekonomi canlı kaldığı sürece görmemiz de artık pek mümkün gözükmüyor.
Geldiğimiz nokta elbette istenen bir nokta değil ama piyasaların artık buna da razı olduğunu gözlüyoruz. Piyasaların korkusu küresel krizle ilgili yeni bir sıkıntının yanısıra, referandum ve erken seçim nedeniyle veya siyasi çatışmanın artmasıyla bütçede yaşanabilecek bozulmalar. Bu takdirde büyük bir sermaye çıkışı, faizlerin beklenenden erken ve fazla artması sonucu çıkacağını biliyorlar. 
 
[Hürriyet Gazetesi] [08 Mart 2010]

01 Mart 2010

Borsayı kim düşürdü? [Uğur GÜRSES]

Başbakan Erdoğan, köşe yazarlarının ülkeyi gerdiğini ve bu nedenle borsanın yüzde 6.5 düştüğünü söylediği bir konuşma yaptı. Başbakan Erdoğan, “Bir taraftan hükümete vuracaksın, öbür taraftan ekonominin çökmesi için köşe yazarlarıyla elinden geleni yapacaksın. Piyasalar yüzde 6.5 puan düşüyorsa, bunun sebebi ortadadır” diyordu.

Geçtiğimiz hafta İstanbul borsası yüzde 6.7 gerilerken, Akdeniz kuşağındaki Avrupa borsaları da yüzde 3.5 oranında düşmüştü. İtalya ve İspanya’daki köşe yazarları bir şey yapmadılarsa (!) İstanbul borsasındaki düşüşün yarısının küresel eğilimlerle bağlantılı olduğu çok açık.

Diğer yarısının ise ‘yönetmek’ ile bağlantılı olduğunu düşünüyoruz. Daha doğrusu, yönetememek ile ilgili. Ekonomideki politikasızlığın getirdiği sonuçlar, siyasal krizlerle ve de çeşitli gerekçelerle olumsuzluğa dönüştükçe (örneğin borsada satışlar), bahaneyi köşe yazarlarının yazdığı yazılarda aramak pek doğru bir yol değil bizce.

Bu bir tarafa, Başbakan’ın konuşmasında ekonomiye ilişkin tanımlamalar oldukça dikkatimizi çekti. Başbakan Erdoğan konuşmasında, ‘ekonominin altüst edildiği’, ‘ekonomik dengelerin ne hale geldiği’ gibi, ekonomik betimlemeler kullanıyordu. Bunlara neden olanların da, köşe yazarları olduğunu söylüyordu. Dünyanın herhangi bir yerinde, ‘ekonominin altüst olması’ ya da ‘ekonomik dengelerin ne hale geldiği’ gibi tanımlamaların ardından söylenebilecek, açıklanabilecek tek olgu vardır; o da, yanlış ekonomi politikası ya da kötü yönetim.

Oysa 2002 seçimleri öncesinde; 2001 krizinin ardındaki temel nedenin yönetim krizi olduğunu anlatan da aynı Erdoğan’dı. O döneme ilişkin koyduğu bu tanı da çok yerindeydi.

Geçtiğimiz hafta borsadaki yüzde 6.7’lik düşüşün yarısı küresel borsalarla bağlantılı bir düşüş iken, diğer yarısının nedeni Ankara’daki siyasal gerginlik ortamıydı. Aslında İMKB’yi etkileyen boyutu, ortaya çıkan belirsizlik idi. ‘Ankara’da ne olduğu?’ soruluyordu. Örneğin kamuoyu, eski kuvvet komutanlarından bazılarının gözaltına alınmasının ardından, Başbakan yardımcılarından birinin Genel Kurmay’a gittiğini sonradan öğreniyor, bu ortaya çıktığında ise ‘Başbakana dönük hakaret içeren parolayı konuşmaya gidildiği’ yanıtı alınıyor.

Bunu, Genel Kurmay’ın ‘yürütülmekte olan bir soruşturma kapsamında ortaya çıkan ciddi durumu değerlendirmek üzere orgeneral ve oramirallerin katılımı ile toplantı yapıldığı’ açıklaması izliyordu.

Bu soruya yanıt bulamayan bazı yatırımcıların çözümü basittir; belirsizliğe karşı ellerinde olan aracı kullanmak, yani risk unsurunu elden çıkarmak,

satış yapmaktı! Eğer tek derdimiz borsanın düşmemesi ise belirsizliği sevmeyen piyasanın

varlığı hesaba katılarak, Ankara’daki krizin yönetilemediği söylenebilir.

İşin doğrusu, Başbakan Erdoğan’ın ardından dün Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın da benzer sözlerini okuyunca, ‘ekonomi madem bu kadar çok hassas bir sınırda, yazan-çizene kızmak yerine neden ciddiye alınabilecek bir ekonomi politikası tasarımı için harekete geçilmiyor?’ sorusu herkesin aklına gelmez mi? Bakan Arınç, “Zaten çok kritik olan ekonomik dengelerin, felaket tellallığı sayılabilecek yazılar, çiziler, yorumlar sebebiyle ekonominin zarar görmesi ihtimali sayın Başbakan’ı da şahsen beni de fevkalade üzüyor ve endişeye sevk ediyor” demiş.

Bu sözler, borsada yatırımı olan yerli-yabancı yatırımcıları tedirgin etmez mi? Yatırımcıların aklına şunlar gelmez mi? ‘Madem ekonomi çok kırılgan, madem bir köşe yazısı kadar pamuk ipliğine bağlı, madem ülkeyi yönetenler bu kadar endişe duyuyor ve öfkeye kapılıyorlar?

Yönetim hatalarına yenisi ekleniyor! Borsayı kimin düşürdüğünü hâlâ merak ediyor musunuz?
 
[Radikal Gazetesi] [01 Mart 2010]

EYLÜLDE SEÇİM VAR.. [Mehmet TEZKAN]

Başbakan kızacak ama ne yapayım bütün veriler ağustos veya eylül ayında seçim olacağını gösteriyor..

Gitmez!

Gitmeyebilir, Anayasa değişikliğine gideceğine göre, bu ayın sonunda Anayasa değişikliğini Meclis’e getireceğini söylediğine göre, ufukta seçim var demektir..

Seçime gitmez!

Bin kere söyledi..

Gitmez de hepimiz biliyoruz ki bu ortamda yapılacak referandum seçim demektir..

Seçim..

* * *

Kimse, Anayasa değişikliği ne getiriyor, ne götürüyor diye bakmaz.. İlgilenmez..

O referandum..

Anayasa oylamasından çıkar, AKP’ye ‘evet’, AKP’ye ‘hayır’ oylamasına dönüşür..

* * *

Belki de Başbakan 2012’nin provasını yapmak istiyordur..

Cumhurbaşkanlığı seçiminin..

Başkanlık adımının!..

Anayasa değişikliğinin getireceği referandum bunun da ipucunu verecektir..

* * *

(Özal bu yolu denedi..

1987 yılında referanduma gitti, kaybetti, daha da iflah olmadı..

Çünkü kendini oylattı..)

* * *

Başbakan’ın bu huyunu seviyorum.. Risk almaya bayılıyor.. Ya herrü ya merrü derler ya, aynen bunu yapıyor..

Zorluyor..

* * *

Şu da var..

Kafası atarsa önümüze çift sandık bile koyabilir..

Keşke koysa!..

* * *

Hadi hayırlısı..

En geç eylül ayında önümüze konulacak sandıkta Başbakan’ı oylayacağız..

Tamam mı

Devam mı diye..

* * *

Ne ilgisi var diye itiraz etmeyin.. Halkın algısına kulak verin..

[Milliyet Gazetesi] [01 Mart 2010]

26 Şubat 2010

General Electric kâr realizasyonu için Garanti hisselerini satıyor [Güngör URAS]

GE (General Electric) Grubu, Garanti Bankası sermayesindeki yüzde 20.8 oranındaki payının satışı için J. P. Morgan Grubu’na yetki verdi.

Haber duyulur duyulmaz, bazı çevreler “Yabancılar Türkiye’den kaçıyor mu?” endişesine kapıldı.

Bankalarımızın yapısını çok iyi bilen, yurtdışındaki bankaların tepe yöneticileriyle çok iyi ilişkileri bulunan deneyimli bankacımıza (günün moda deyimiyle “Duayen Bankacımız”a) “Ne oluyor? diye sordum.

- “GE, kâr realizasyonu için, daha önce aldığı Garanti Bankası hisselerini satıyor” dedi.

Ve de anlattı:

- “GE bilançosunu düzeltmek, daha iyi göstermek için aktif satışı yapıyor. Bilanço düzeltmek için yapılacak aktif satışlarında, aktifteki en değersiz varlıklar değil en değerlileri elden çıkarılır.

Pazar değeri ile Garanti Bankası hisse senetleri, bu tür bir arayışa giren GE’nin portföyünde yer alan ilk 3-5 varlığın başın da gelir.”

- “Acaba ülke riski endişesi olabilir mi? Acaba yabancılar Türkiye’den kaçıyor mu?” diye sordum.

- “Bu ülke riski de nereden çıkıyor?” cevabını aldım. Ve deneyimli bankacımız devam etti.



Bankacılıkta Türkiye yükselen yıldız

“ - Türkiye bugün dış finans

çevrelerinde yükselen yıldız. BRIC ülkelerinden hemen sonra gelen 5’inci güçlü ekonomi olarak kabul ediliyor. Bizim banka sistemimizin kârlılığı ve krizden olumsuz etkilenmemesi ilgiyi artırıyor. Böyle

bir pazardan kimse kaçmaz. Mecbur kalmadıkça da kimse çıkmaz.”

“ - GE’nin satacağı hisse senetlerini kim alır? İçeride alan olur mu?” dedim. Deneyimli bankacımız cevapladı:

“ - Bu hisse senetleri blok olarak içeride satılamaz. Ama dışarıda bunlara alıcı çıkar.”

Konuya yabancı olanlara biraz da olan bitenin perde arkasını özetleyeyim.

Garanti Bankası’nın yönetimini yüzde 30.5 sermaye payıyla Doğuş Grubu kontrol ediyor.

Doğuş Grubu’ndan sonra ikinci büyük ortaklık payı ABD kökenli GE Grubu’na ait.

Garanti Bankası’nın hisseleri İMKB’de 5.85 TL’den işlem görüyor. Bu fiyata göre bankanın piyasa değeri 24.6 milyar TL veya 15.9 milyar dolar.

GE’nin satmayı düşündüğü hisse senetlerinin değeri (İMKB piyasa fiyatıyla) 3 milyar 315 milyon dolar.



Garanti ortaklığı GE’ye kazandırdı

GE Grubu Garanti Bankası’nın hisse senetlerini satın almak için 2005-2007 yıllarında toplam 1 milyar

805 milyon dolar ödemişti.

Bu tabloda görülüyor ki, GE Grubu çok iyi bir yatırım yapmış. Garanti Bankası son 5 yılda çok iyi gelişme göstermiş.

Krizde dünyada bankalar değer kaybederden Garanti Bankası değerini korumuş.

GE Grubu Garanti Bankası yatırımı nedeniyle 5 yılda 2 milyar 725 milyon dolar gelir sağlamış. Beş yılda yaklaşık yüzde 150’lik bir kazanç söz konusu.

GE’nin bir tepe kuruluşu (holdingi) ve de onun altında farklı sektörlerdeki şirketleri şemsiyesi altında toplayan 4 alt grup var. Bunlar GE Energy, GE Technology, GE Capital ve NBC Universal alt grupları. Türkiye’deki yatırımlar GE Capital alt grubunun iştirakleri.

2008 yılında GE Grubu’nun aktif değeri 780 milyar dolar idi. (Türkiye milli geliri ölçüsünde)

2008 yılında GE’nin hisse senetleri 42 dolarlardan işlem görürken, hisse senetleri fiyatı 2009 yılında 7 dolara kadar düştü. Şimdilerde 16 dolar dolayında.

Borsadaki bu fiyata göre şimdilerde GE Grubu’nun piyasa değeri 170 milyar dolar dolar dolayında. (Açık anlatımıyla, 2008 yılı aktif değerinin çok altında)
 
[Milliyet Gazetesi] [26 Şubat 2010]

25 Şubat 2010

Babacan’ın IMF ayarı bu kez yetmedi [Erdal SAĞLAM]

BAŞBAKAN Yardımcısı Ali Babacan’ın arada bir “IMF ile anlaşma yapacağız” diyerek, piyasaları coşturma politikası bu kez “balyoz operasyonu”na takıldı.

Dolayısıyla Babacan’ın daha önceki sayısız açıklamasında piyasaya olumlu etki yapan IMF ile anlaşma yapılacağı umudu, bu kez piyasaları coşturamadı. Bir başka deyişle bu kez IMF gazı tutmadı, talihsiz bir zamanlama oldu.

Geçtiğimiz pazartesi akşamı İstanbul’da gazetelerin ekonomi müdürleriyle bir araya gelen Babacan, bir ara “Artık konuşmayacağım” dediği IMF konusuna tekrar girmiş ve müdürlere açıkca söylemese de, “sanki yakında IMF ile anlaşma yapılacağı” havasını vermiş. Ekonomi müdürleri salı sabahı, dünkü gazetelerinde yeralan haberlerini yazmadan önce TV programlarına çıkarak, Babacan’ın verdiği bu izlenimi aktardılar. Babacan’ın istediği oldu ve salı sabahı piyasalar biraz olumlu açıldı. Ancak bir gün önce zaten operasyon nedeniyle tedirgin olmaya başlayan piyasalardaki hava, salı sabah saatlerinde operasyonla ilgili somut adımlar atılıp, operasyon sertleşince döndü. Aynı sabah ABD ve Avrupalı önemli gazetelerde yeralan operasyona ilişkin sert haber ve yorumlar da piyasadaki havanın dönmesinde çok etkili oldu. İşte Babacan’ın IMF açıklamasının etkisi ancak bir-iki saat sürdü, sonra piyasa bozulmaya başladı. Hala da bu olumsuz seyir devam ediyor.

Önceki gece Genelkurmaydan yapılan, “Orgenerallerin Karargahta toplandığı” açıklaması Ankara’yı altüst etti. Tam, acaba Çarşamba günü bu iş yumuşar mı derken, işin daha da sertleşeceği anlaşıldı. Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in Genelkurmaya gittiği haberi doğrulanıp, Çiçek’in Cumhurbaşkanından önce randevu alıp sonradan iptal etmesi de Ankara’yı iyice karıştırdı.

Peki, piyasalar bu çatışma havasından bu kez niye bu kadar korkuyor derseniz; nedeni erken seçim. Piyasalar, Genelkurmay Başkanının daha önce kesin bir dille yaptığı açıklamalara güveniyor ve bu nedenle demokrasiyi kesintiye uğratacak bir gelişme beklemiyor. Buna karşılık komuta kademesinin istifası söylentisi de dahil, muhtemel gelişmelerin bir erken seçimi zorunlu hale getireceğini düşünüyor.

IMF OLMAZSA MALİ KURAL DA OLMAZ

Piyasalar erken seçimden korkmakta haklı çünkü bir erken seçim ekonomiyi tümüyle altüst edebilir. Tam küresel krizden çıkış, yavaş da olsa başlamışken, tam güçlü bankacılık sektörünün etkisiyle hızlanabilecekken, gelecek bir erken seçim herkes biliyor ki; ne mali disiplin bırakır, ne de ekonomik toparlanma.

Zaten iktidar partisi içinde güçlü bir direnç var bir de erken seçim kararı alınırsa, IMF anlaşmasının suya düşeceğini piyasalar iyi biliyor ve bundan korkuyorlar.

Babacan’ın ekonomi müdürlerine çizdiği tablonun ana unsurlarının bir erken seçim halinde hayata geçmesi hemen hemen imkansızlaşır. Bence IMF anlaşması olmazsa, önümüzdeki dönem için en önemli güvence olacak mali kural uygulaması yakın zamanda uygulamaya giremez. Yine de uygulamaya sokulacak bir mali kural saptanmaya çalışılırsa, o zaman da bu mali kural, cidden ekonomiyi disipline edecek bir mali kural olamaz.

Babacan hala “IMF ile anlaşmanın uzamasının kendi talepleri” olduğunu söylemeye çalışıyor ama IMF kanadından benim aldığım bilgi, Hükümetin üzerinde anlaşılan hedefleri gerçekleştirecek dengeden, daha yılın ilk günlerinde aldığı kararlarla sapmasıyla iş uzadı ve IMF düzeltme istedi...

Yani zaten hükümetin IMF ile anlaşması için ek tedbirler alması gerekirken, işin içine bir de erken seçim girerse, piyasanın korktuğu başına gelir...

[Hürriyet Gazetesi] [25 Şubat 2010]