23 Şubat 2010

Ortak bir mağduriyet tarihi lazım [Pınar ÖĞÜNÇ]

Siyaset felsefesi ve siyasi düşünce tarihi üzerine, ikinci bir öğrencilik hayatıyla bir de hukuk doktorası ekleyen Nergis Canefe, geçiş dönemi adaleti üzerine çalışan ve sıcak mevzu toplumsal yüzleşmeye dair çok lafı olan bir akademisyen. Ders verdiği Kanada'dan İstanbul'a yaptğı bir kaçamakta yakaladık; Sınır Tanımayan Palyaçolar'a kadar yolumuz varmış

Türkiye, ezberden geçtiği resmi tarihin kimi yaprakları üzerinden tekrar düşündüğü, en azından bunu yapmaya mecbur eden sivil bir motivasyonun güçlendiği bir dönem yaşıyor. Aslında ne olmuştu, halının altına hangi ayıplar süpürülmüştü? Bu ne kolay, ne de hızlı akacak bir süreç...

Nergis Canefe, 2005’te Türkiye ve Kanada’da eşzamanlı olarak siyaset felsefesi ve siyasi düşünce tarihi alanlarında doçent olan, karşılaştırmalı vatandaşlık ve milliyetçilik teoremleri, aidiyet kavramı, zorunlu göç, hafıza ve göçmenlik durumu, azınlık hakları ve siyasi şiddet üzerine çalışan bir akademisyen. 2003’ten beri Kanada’da York Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünde öğretim üyesi. Canefe’yi ilginç kılan özelliklerden biri yıllarca bu alanlarda çalıştıktan sonra doçent olduğu yıl tekrar öğrenciliğe geçiş yapması ve nihayetinde Kanada, Osgoode Hail Hukuk Fakültesi’nde İnsanlığa Karşı İşlenen Suçların Yargılanması ve İnsan Hakları Kuramları konusunda ikinci doktorasını yapmış olması. İki cenahın akademik birikimi buluştuğunda bu belalı yüzleşme meselesinden geçiş dönemi adaletine, sancılı evreye dair sorulacak sorulara en doğru muhataplardan biri oluyor.

İlginçlikleri mebzul miktarda... Ceza hukukundan konuşmaya başlayıp bir saat sonra ‘Sınır Tanımayan Palyaçolar’a gelme ihtimali, başka biriyle pek mümkün değil galiba.

Havanın -25 olduğu Toronto’dan +15 olan İstanbul’a gelmek bünyeyi sersemletiyordur. Oradan takip etseniz de, buraya gelir gelmez Türkiye gündemi nasıl çarpıyor size, neyi net görüyorsunuz?
Doğru, başlıkları takip etsem de hiçbir şeyin derinine inme şansı olmuyor. Uçakta, 12-13 saatlik yolda gazeteleri toplayıp okumaya başlıyorum. Gündelik gündemden uzaklaşıp tekrar yakınlaştığımda, Türkiye’deki tartışmaların birbirine çok güzel eklemlendiğini görüyorum öncelikle. Yeni kırılma noktaları iki-üç senede bir oluyor. Hep ‘Türkiye’de bir şey değişmiyor’ denir ya, hayır değişiyor ve az buçuk kaidelerini görebileceğimiz hareketler var gibi geliyor bana...
Birbirinin üzerine binen ve sağlıklı gördüğünüz o kırılmalar neler?
Anayasa tartışmaları, tekrar, hüsranlı bir şekilde geri gelmiş durumda. Dikkatimi çeken şeylerden biri, yargının yasamayı ezmemesi söylemi... Değişik işadamları derneklerinin YÖK’teki katsayı uygulamasıyla ilgili fikir beyan ettiğini okudum örneğin. Daha önce bu konularda laf etmemiş yeni aktörler çıkıyor ortaya. Sağlıklı ya da sağlıksız, o ayrı ama hareket olduğu kesin. Kürt sorununda ise endişeliyim. Sıradan insanın halkın düşmanı olarak damga yemesiyle, açılımdan çok, macun gibi koyulaşan bir durum görüyorum. Yetişkin hayatımın tamamı bu tür şiddet sapmalarını takip ederek geçtiğinden çok umutlu değilim.
Uzun yıllar yoğunlaştığınız siyasi şiddet, azınlık hakları, zorunlu göç gibi konularla sonradan ikinci doktoranızı yaptığınız hukukun kesişim kümesinde geçiş dönemi adaleti duruyor. İnsanlık neden adalet anlayışını revize etmek zorunda kaldı?

Toplumsal konularda canımız yandığında, hak ve adalet bir ihtiyaç haline geldiğinde tarihsel olarak vurgu, hep insan hakları hukukunun açılımlarına yapılır. Ancak son 20 senede dünyada örneklerini gördük, özellikle toplumsal şiddet içeren, iç savaş olabilir, darbe ya da zorunlu göç olabilir, toplumsal sorumluluk gerektiren durumlarda, şahsi kanaatim insan hakları hukukunun yeterli olmadığı. Uluslararası ceza hukukunun da, savaş durumunda topyekûn toplumu etkileyen şiddet durumlarına ağırlık veren, insancıl hukuk yanı ilgimi çekiyor. İnsan hakları hukuku devletle birey arasında izole bir bağ kuruyor. Halbuki savaş suçları ya da insanlığa karşı suç kategorisine kaydığınızda, bu ilişki devletle birey arasından çıkıyor. Diğer toplumsal aktörleri gündeme getiriyor, aynı zamanda adalet söyleminizi değiştiriyor. Baskın adaletten onarıcı adalete geçiyorsunuz. Burada ilginç bir kırılma var, savaş hukuku genelde devletler arası şiddet durumlarına uygulanır. Ama devletin, kendi vatandaşına ya da işgal ettiği yerdekilere şiddetinde suskun kalması söz konusudur. Soğuk Savaş sonrası bunun değişmesini sağlayan birkaç olay oldu: Latin Amerika’daki diktatörlükler, Afrika’daki, Asya’daki kimi meseleler, Yugoslavya... Bunların sonrasında global adalet etiği denebilecek bir çerçeve doğdu. Çok umutlu olmamak lazım ama uluslararası eleştirel hukuk yapanların bu konuda hemfikir olması önemli.
Türkiye’de türlü açılardan kısa ve uzun vadeli geçmişle yüzleşme arzuları, Toplumsal Bellek Platformu gibi talep girişimleri artarken hukuk işimize nasıl yarar? Mesela Kürt meselesini ele alalım ya da 80 darbesini...

Türkiye’de bu kavram yeni tartışılıyor. Biz hâlâ hak, hukuk, adalet, koşturma, devlete karşı cephe alma peşindeyiz. Son halka dediğin gibi Kürt meselesi ve 80 darbesi ama bunu geriye çekmemiz gerekli. Ermeni tehciri, Dersim isyanı, Türkiye Hıristiyanlarının sürülmesi, Aşkale kampları, 6-7 Eylül olayları, 27 Mayıs, 12 Mart, darbeler, idamlar ve hapis cezaları, sonra 1 Mayıs 77 katliamı, o civarda Kıbrıs, Maraş, Çorum’la Alevi meseleleri; onun arkasından 12 Eylül ve Kürt sorunu... Bir çığ gibi, her 10 senede bir büyüyerek gelen bir yüzleşme meselesi var. Devlet katmanında hissettiğim korkunun nedeni, bunun çorap söküğüne dönme ihtimali. 80 darbesinden tutup çekmeye başladığında, çok değişik zulüm hikâyelerini konuşmak isteyen toplum katmanları çıkıyor. Benim gördüğüm, Kürt sorununa eğilinmesiyle 80 darbesinin hesabının sorulması arasında bir ayrım yaşanıyor. Oysa ortak bir paydaya ait sorunlar. Topyekûn bir yüzleşme hamlesiyle, hepsini birden telaffuz edebilmek, yeni bir adalet anlayışına yönelebilmek... Parçalı bir tarihimiz var, parçalı da bir yüzleşememe tarihimiz var.
Doğru ilham kaynağı neresi?
Standart olarak Arjantin ve Şili. Guatemala var, Ruanda ve Yugoslavya kötü örnekler. Bizim için en iyisi Güney Afrika, çünkü orada 100 senelik bir tarihle toptan bir yüzleşme, yeni anayasa, bütün kamu kuruluşların elden geçirilmesi, gündelik hayatın yeniden tazmini söz konusu, halihazırda da devam ediyor. Bu konuda çalışan bazı arkadaşlarımız ‘Orada ciddi bir toplumsal irade vardı, herkes bunu istiyordu. Türkiye’de böyle bir zemin yok’ diyor. Demin saydığımız siyasi şiddet tarihinin yarısı azınlıklarla ilgili, diğer yarısı Türk soluyla, şununla bununla... Kutuplaşmalar var ama Güney Afrika’daki gibi siyah-beyaz üzerinden değil. Bence toplumun, azınlıkların mağduriyetini kendine mal edebilmesi için ortak bir mağduriyet tarihi yaratılmasına ihtiyaç var. Burada karşımıza, çok önemsediğim ‘toplumsal sorumluluk’ çıkıyor. Mahkemede işi kapatırsanız, insanlar sonrasında unutmaya, redde, kaale almamaya devam etme şansına sahip. Oysa Güney Afrika’daki gibi hakikat komisyonları, şartlı aflar, itiraf kültürü, siyasi özür mekanizmaları, siyasette men kuralları, dokunulmazlıkların kaldırılması gibi çok katmanlı faaliyete girdiğinizde başka bir şey oluyor.
Bu bahsettiğinize devrim demiyorlar mı?
Arjantin ve Şili umut vaat ediyor. Tipik bir darbeci, koltuğundan inmeden kendisini ve adamlarını garantiye alır, anayasaya maddeler sokuşturur, yargı düzenine tamponlar koyar. Yeter ki Evren gibi emekli olup inek resimleri yapmaya başladığında o tatil hali bozulmasın. Arjantin’de insanlar 10 sene, 20 sene bekledi, bu sırada unutmamak için belge topladı, pes etmedi. Nihayet şu anda darbeciler yargılanıyor. 30 sene bir ömür, ama olsun. Kaldı ki hepsi aynı anda işlemeyebilir. Üniversitelerdeki atamalarda geri dönüşleri biz 12 Mart’tan sonra yaşadık. Ya da 80 sonrası yurtdışına çıkan siyasi mültecilere af çıktı. Zorunlu köy boşaltmalarından sonra tazminat yasası çıktı. Ufak çaplı da olsa siyasi özürler söz konusu. En son, PKK’lıların sınır geçişinde itirafname alınması vs, bir tür hakikat komisyonudur. Kapısında belediye, muhtarlık gibi hakikat komisyonu yazması gerekmiyor. Ütopik olan, bunların hepsinin aynı anda olması. Pozitif adımları yok sayamayız. Umutsuzluk, bir eziklik ve çaresizlik hissi doğruyor; bunun sonunda da çıkan hezeyan ve karşı şiddet...
Bunu beceremeyen Türkiye’nin başına neler gelir?
Arada şöyle bir riskten de söz etmek lazım. Mağduriyetin mutlaklaştırılması diye bir süreç var. Tek tek önemlerini azaltmak için söylemiyorum ama mağduriyetlerde tekil özne iddiası oluyor. Ermeni’yseniz Ermeni sorununa odaklanıyorsunuz, Kürt’seniz Kürt meselesine... Ortak bir tabana geçebilmek için daha geçişli, şiddetin damarlarını, aktörlerin çoğunluğunu ortaya çıkaracak bir yaklaşıma ihtiyaç var başa dönersek. Geçiş adaleti yaşanan toplumsal durumlarda, alternatif ortak hafızadan derin hafızayla geçilmesi öngörülüyor. Derin hafıza çok ilginç bir şey; bütün siyasi enerjini hesaplaşmaya, failleri ortaya çıkarmaya, tazminat meselelerine aktardığında, hele de bunu üç-beş seneye değil, uzun süreye yaydığında bir süre sonra ileriye dönük ideal, ütopya üretememeye başlıyorsun, içine kapanıyorsun. Yani unutmayacaksın ama kapanacak defter varsa kapatıp ileri döneceksin. Ermeni tehciri katliam mıydı, soykırım mıydı? Bir şekilde çözüp, gerekeni yapıp ona rağmen devam edeceksin. Yeni sorunla cesaretli bir şekilde ilgilenebilmen için geçmişteki belalı defterleri bir bir kapaman gerekli. Yoksa ciddi bir siyasi nihilizme yol açıyor. Bir cendere gibi...
Hukuktan medet umuyoruz, bir aktivizm sahası olarak görüyoruz. Bir yandan da en basit trafik suçunun cezalandırılmasından Hrant Dink davasının işleyişine kadar, insanların adalet inancının gayet zayıf olduğu bir devirdeyiz. Bu bir yaman çelişki olarak kalacak mı?

Adalet mekanizmaları liberal devletin her zaman sağ koludur. Ama devlet nasıl bir çatışma alanıysa adalet de bir çatışma alanı ve kimsenin de tekelinde değil. Hakkaniyet denen bir kavram var, bugünkü yargı düzeni bunu sağlamıyor olabilir ama biz ondan vazgeçmiyoruz sonuçta. Adalet gibi, anayasalar da evrensel dil kullanır, yoksa kimse mahkemeye gitmez zaten. İşte siz yargı sistemini o evrensel dili kullanarak içeriden vurabilirsiniz. Zaten insan hakları hukuku denen böyle bir şey. Hukuku idealleştirme gibi bir arzum yok amma velakin çok kuvvetli bir siyasi araç olduğu konusunda artık kararımı verdim.
Şarkıcı, pandomimci, sınır tanımayan palyaço
* Hukukta sizi bu kadar cezbeden ne var ki 40 yaşınızdan sonra tekrar öğrenci olmayı, iki çocuk büyütürken deli gibi çalışmayı göze alarak ikinci doktoraya giriştiniz?
(Gülüyor) Orta yaş krizi galiba. İnsanlar evleniyor, kırmızı araba alıyor, ne bileyim Marmaris’e taşınıyor, ben hukuk fakültesine girdim. Şaka bir yana, ben darbeye kurban vermiş bir ailenin çocuğuyum; Ankara sokaklarında büyüdüm. Gözümü dünyaya açtığımdan beri maalesef bunları duymak, görmek zorunda kalan bir kuşaktanım. Dünyaya bakışım da bu yüzden tuhaflaşmış durumda. Mesela işkence tutanağı yazarken hiçbir şey hissedemeyenlerdenim. Ablanız hapisten çıkmış eve geliyor, bütün bunları yaşadıktan sonra bir şey hissetme lüksünüz kalmıyor. Tıp öğrencisinin kadavrayı kesmesi gibi eğiliyorsunuz bu konulara. Buradan gelmeme rağmen iki şey kafamı kurcalıyordu. Birincisi tanıklık. Kim tanık olabilir, nasıl bir hiyerarşisi vardır, ne tanıklıktır? Bir konu da dokunulmazlık... Nasıl oluyor da bazı insanlara dokunulamıyor? Hepimiz ne yaptığını biliyorsak dahi bizi durduran ne? Ben ceza hukukunun siyasi ve toplumsal suçlara uzanan koluyla ilgileniyorum. Orada bu ikisi de kilit kavramlar. Bir toplantıda ben karşılaştırmalı Ortadoğu hukuku, azınlık hakları vesaire anlatıyorum. Çok saygı duyduğum Joseph Kenneth diye bir akademisyen bana “Derdin ne senin?” dedi, “Ne yapmaya çalışıyorsun, hesap mı soruyorsun?” O sırada cevap veremedim ama kafama o kadar dank etti ki, hukuk fakültesine gitmeye karar verdim. Hesap sormak mı, hesap sormaya çalışanların tanıklığı mı bilmiyorum; bana hayatta biçilmiş küçücük yer tanıklık etmek ve not düşmek... Uluslararası ceza hâkimleriyle toplumsal tarihçi arasında bir tür tercümanlık diyelim ya da...
* Bir yandan da fotoğraf çekiyorsunuz, resim yapıyorsunuz, hatta daha fazlası da var sanırım...
İçinde fazla siyasi hareket olan bir aileden geldiğim için üniversitede organize siyasete girmemeye karar vermiştim. O zaman Boğaziçi’nde benim gibi siyasi sanat yapmak isteyen de çok insan vardı. Dans, tiyatro, resim, karikatür üzerinden çok ağır olabilecek konuları ele alabiliyorduk. ‘Berci Kristin Çöp Masalları’nı dans tiyatrosu haline getirmiştik mesela. Duvar resimleri yapıyordum. Uzun süre şarkı söyledim, yedi kişilik bir acapella grubumuz vardı, Rönesans’tan bugüne isyan şarkıları söylüyorduk. Benle ‘Hümanist Marksist’ diye dalga geçerlerdi. Sonra yurtdışına çıktım, sekteye uğradı bir sürü şey, ruhum öldü resmen. Çocuklarım doğduktan sonra, tabii şekil de değişiyor, baktım sahneye dönemeyeceğim, pandomime kaydım, palyaço eğitimi aldım. ‘Clowns Without Borders’la (Sınır Tanımayan Palyaçolar) çalışıyorum. Göçmen çocuklarının olduğu okullara gidiyoruz mesela. Son beş-altı senede kukla tiyatrosu girdi hayatıma, sonra da fotoğraf... Ama asıl delirdiğim, Ürgüp’te bir dağ evi aldım, orayı alt katı savaş çocuklarının yazdığı ya da onlara hitap eden edebiyatın yer aldığı bir çocuk kütüphanesi olan bir sanat evi yapıyoruz. Allahın dağına kim gelir bilmiyorum, ama beni çok heyecanlandırıyor. Ruhuna iyi bakmak zorundasın. Öyle konularla uğraşıyoruz ki, hayatın güzel ve umutlu olduğunu, acılara rağmen en azından bazı şeylerin ayakta kaldığını kendine hatırlatmak zorundasın. Bunun yollarından biri sanat. Özellikle Kürt sorunuyla ilgilenmeye başladığımdan beri acıklı halk türküleri de dinleyemiyorum mesela artık. Tersine ütopik, uçuk, yok kukla, yok palyaço gibi şeylerle ilgilenmem lazım. Sihirbazları da seviyorum bak... Hayatım çok yoğun şu an. Biraz daha yaşlanırsam bunları daha rahat yapacağım.


[Radikal Gazetesi]

0 yorum:

Yorum Gönder