Sabit kur rejimi uygulanırken sanal zenginlik yaratmanın yolu çok maliyetliydi. Örneğin Türkiye, 1970’lerde pahalı ithal ettiği petrolü ucuza satar, böylece insanların satın alma gücünü yüksek tutmaya çalışırdı. Bu politika sonucu bütçe açıkları verir, para basarak bu açığı finanse etmeye çabalardı. 1970’ler boyunca bu nedenle bütçe açıkları genişledi, ardından enflasyon arttı, sonunda döviz gelirleri döviz giderlerini karşılayamaz hale geldi. Türkiye’nin 70 cent’e muhtaç duruma düşmesi böyle oldu. 1990’larda bu kez kamu iktisadi teşebbüslerinin malları ucuz satılır ya da üreticinin malları pahalı alınır oldu. Bu yolla sanal refah sağlandı. Bu kez de bütçe açıkları borçlanmayla finanse edildi. Bir süre sonra faizler taşınamaz noktaya gelince ekonomi çöktü. Bu eğilimler yalnızca Türkiye’ye özgü değildi. Farklı biçimlerde gelişme yolundaki ekonomilerin çoğunda sanal refah artışları sağlanmıştı. Güney Amerika ülkeleri bunların başında geliyordu.
Yalancı zenginlik
2000’lerde küreselleşmeyle birlikte ekonomiler birbirlerine çok daha bağımlı hale geldiler. Bu kez dalgalı kur sabit kurun yerini aldı. Gelişmekte olan ekonomilerdeki yüksek faizler ve yüksek getiriler likidite açısından çekici hale gelmeye başladı. Gelişmiş ekonomilerin likidite fazlası gelişmekte olan ekonomilere aktı ve bu ekonomilerin paraları değerlenmeye başladı. Bu kez önceki dönemlerden farklı olarak kurdan kaynaklanan bir sanal refah artışı ortaya çıktı. Türk Lirası’nın bugün dolar karşısındaki değeri 1.45 oysa olması gereken kur 1.9. Bu durumda Türkler dolarla satılan malları alırken kendilerini olduğundan daha zengin hissediyorlar. ABD’de 5 dolara satılan bir malı bugünkü kurla satın alan bir Türk bu mala 7.25 TL ödüyor. Oysa kur 1.9 olsa bu mala ödeyeceği para 9.5 TL olacaktı. TL, yabancı paralar karşısında değerlendikçe, yani kur düşük kaldıkça, ithalat artıyor. İthalat artınca da iki sonuç ortaya çıkıyor: (1) Cari açığımız büyüyor, (2) Vergi gelirlerimiz artıyor ve bütçe açığımız küçülüyor.
Ödemeler dengemiz yıllık temelde bakıldığında eylül ayı itibariyle 37.1 milyar dolar açık vermiş durumda. Bu gidişle yıl sonunda cari açık 45 milyar doları bulacak. Geçen yılki cari açığın 14 milyar dolar olduğunu, krizden hemen önce ise 45 milyar doları aştığında herkesi endişeye yönelttiğini hatırlamakta yarar olduğunu düşünüyorum. Bütçe açığımız ocak-ekim döneminde 23.1 milyar TL olarak gerçekleşmiş bulunuyor. Bütçe açığının geçen yılın aynı döneminde 43.2 milyar TL olduğunu dikkate alırsak ciddi bir sıkılaşma olduğunu görüyoruz. Bu sıkılaşma bizim yönlendirdiğimiz bir sıkılaşma mı yoksa cari açığa bağlı bir sıkılaşma mı? Yanıtlanması gereken soru bu. Faiz dışı giderler enflasyonun üzerinde, yüzde 12 oranında, artarken vergi gelirleri faiz dışı giderlerin neredeyse iki katı fazla, yüzde 22 oranında, artış göstermiş. Ayrıntılara baktığımızda görüyoruz ki bu artışın çok büyük bölümü ithalde alınan KDV ile ithal edilmiş malların satışından alınan ÖTV’deki artıştan kaynaklanıyor. Yani aslında sıkılaştırmada bizim pek bir katkımız yok: İthalat arttıkça vergi gelirleri artıyor, bütçe denkleşiyor. Ne var ki cari açık artışıyla bütçe denkleştirmek sürdürülebilir bir yöntem değil.
Düşük kurun sağladığı sanal refah gerçeklerin görülmesini önleyerek gereksiz balonlar oluşmasına yol açıyor. Türkiye ve diğer gelişmekte olan ekonomileri bekleyen en önemli tehlike budur.
[Radikal Gazetesi] [25 Kasım 2010]
Yalancı zenginlik
2000’lerde küreselleşmeyle birlikte ekonomiler birbirlerine çok daha bağımlı hale geldiler. Bu kez dalgalı kur sabit kurun yerini aldı. Gelişmekte olan ekonomilerdeki yüksek faizler ve yüksek getiriler likidite açısından çekici hale gelmeye başladı. Gelişmiş ekonomilerin likidite fazlası gelişmekte olan ekonomilere aktı ve bu ekonomilerin paraları değerlenmeye başladı. Bu kez önceki dönemlerden farklı olarak kurdan kaynaklanan bir sanal refah artışı ortaya çıktı. Türk Lirası’nın bugün dolar karşısındaki değeri 1.45 oysa olması gereken kur 1.9. Bu durumda Türkler dolarla satılan malları alırken kendilerini olduğundan daha zengin hissediyorlar. ABD’de 5 dolara satılan bir malı bugünkü kurla satın alan bir Türk bu mala 7.25 TL ödüyor. Oysa kur 1.9 olsa bu mala ödeyeceği para 9.5 TL olacaktı. TL, yabancı paralar karşısında değerlendikçe, yani kur düşük kaldıkça, ithalat artıyor. İthalat artınca da iki sonuç ortaya çıkıyor: (1) Cari açığımız büyüyor, (2) Vergi gelirlerimiz artıyor ve bütçe açığımız küçülüyor.
Ödemeler dengemiz yıllık temelde bakıldığında eylül ayı itibariyle 37.1 milyar dolar açık vermiş durumda. Bu gidişle yıl sonunda cari açık 45 milyar doları bulacak. Geçen yılki cari açığın 14 milyar dolar olduğunu, krizden hemen önce ise 45 milyar doları aştığında herkesi endişeye yönelttiğini hatırlamakta yarar olduğunu düşünüyorum. Bütçe açığımız ocak-ekim döneminde 23.1 milyar TL olarak gerçekleşmiş bulunuyor. Bütçe açığının geçen yılın aynı döneminde 43.2 milyar TL olduğunu dikkate alırsak ciddi bir sıkılaşma olduğunu görüyoruz. Bu sıkılaşma bizim yönlendirdiğimiz bir sıkılaşma mı yoksa cari açığa bağlı bir sıkılaşma mı? Yanıtlanması gereken soru bu. Faiz dışı giderler enflasyonun üzerinde, yüzde 12 oranında, artarken vergi gelirleri faiz dışı giderlerin neredeyse iki katı fazla, yüzde 22 oranında, artış göstermiş. Ayrıntılara baktığımızda görüyoruz ki bu artışın çok büyük bölümü ithalde alınan KDV ile ithal edilmiş malların satışından alınan ÖTV’deki artıştan kaynaklanıyor. Yani aslında sıkılaştırmada bizim pek bir katkımız yok: İthalat arttıkça vergi gelirleri artıyor, bütçe denkleşiyor. Ne var ki cari açık artışıyla bütçe denkleştirmek sürdürülebilir bir yöntem değil.
Düşük kurun sağladığı sanal refah gerçeklerin görülmesini önleyerek gereksiz balonlar oluşmasına yol açıyor. Türkiye ve diğer gelişmekte olan ekonomileri bekleyen en önemli tehlike budur.
0 yorum:
Yorum Gönder